6 Eylül 2015 Pazar

Şeytan İmgesinin Kısa Tarihi



            Al Pacino’nun başrolünü oynadığı Şeytan’ın Avukatı, defalarca izlediğim nadir filmlerden biri. Pacino, John Milton isimli bir sıra dışı bir avukat kılığında görünen “Şeytan”ı oynuyor. Film, Şeytan’ı karizmatik bir karakter olarak gösterdiği için dindar çevreler tarafından eleştiriler aldı. Bunun anlaşılabilir bir şey olduğunu söyleyebiliriz çünkü Şeytan’ı mutlak kötülüğün imgesi olarak biliyoruz. Ancak semavi metinlerde kötü, kibirli ve aşağılık bir varlık olarak tasvir edilen, Ortaçağ’da vebanın ve salgın hastalıkların kökeni olarak bilinen Şeytan’ın bir fenomene dönüşmesi üzerinde durulması gereken bir konu.
Pacino’nun oynadığı karaktere adını veren John Milton’ın kaleme aldığı Kayıp Cennet (Paradise Lost) ve Goethe’nin bir Avrupa söylencesinden yararlanarak yazdığı Faust bir konuda örnek gösterilecek temel edebi metinler olarak kabul edilebilir. Şeytan’ın yoldaşlarıyla birlikte Tanrı’ya karşı direnen bir özgürlük savaşçısı olana kadar birçok aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz.

Yeryüzündeki Yasak Elma
            Dünyevi yaşamın ve zevklerin Şeytan ile özdeşleştirilmesi bütün semavi öğretilerde mevcut. Bu fikir bazı Hıristiyan öğretilerinde kapsamlı bir şekilde yer alıyor. Cizvitler, maddenin ve Dünya’nın tamamen Şeytan’a ait olduğuna inanırlar. Gökler âlemi Tanrı’nın, yeryüzü ise Şeytan’ın kontrolündedir ve buraya ait bütün zevklerin kaynağı o’dur. Bu anlayışın diğer Hıristiyan öğretilerinde ve semavi inanışlarda da aynı olduğunu biliyoruz. Çünkü ölümlü ve dünyevi yaşam Âdem ile Havva’nın yasak elmayı yemesiyle başlıyor. İnsanlık tarihi Cennet’te başladığı hâlde Âdem’in soyundan gelenlerin dünyevi hayatlarını burada olmayı hak edecek biçimde yaşamaları gerekiyor.

            Reform hareketlerinin Şeytan imgesine farklı bir yorum kattığını da görmekteyiz. Protestanlık düşüncesinin temelinde “sola scriptura” ilkesi yatar. Bu tabir Latince’de “yazıldığı gibi” benzeri bir anlam ifade eder ve dinin ancak İncil’deki metne göre yorumlanabileceğini belirtir. Kaldı ki Luther’in amacı reformize edilmiş bir din yaratmak değil, kendi düşüncesiyle İncil’i ve dini ruhban sınıfının tahakkümünden kurtarmaktı. Bu durumda Şeytan imgesinin olduğu gibi kabul edildiğini görmek mümkün.
Ancak Luther, Calvin gibi din adamlarının Şeytan’a ve cehenneme getirdikleri farklı bir yorum vardı. Bu düşünceye göre Tanrı, evrenin mutlak sahibidir ve var olan her şey onun bilgisi, kontrolü dâhilindedir. Şeytan, insanoğluna Tanrı tarafından sunulan düzenin parçasıdır. İnsan Tanrısından uzaklaştığında Şeytan’ın alanına girecek ve üzerindeki bütün gazaplar Tanrı tarafından onaylanacaktır. Bu durumda Şeytan’ın mutlak kötü bir karakterden var olan dengenin doğal bir parçasına dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Şeytan’ın Etkisini Yitirmesi
            Avrupa’da ve Amerika’daki kolonilerde cadılara duyulan inanç Şeytan’ın popülerliğini uzun süre korumasını sağladı. Hastalıklar, salgınlar, tarlalardaki verimsizlik, doğal felâketler ve diğer olumsuzluklar Şeytan ile anlaşmaya yaptığına inanılan ve çoğu kadın olan kişilere bağlanıyordu. Paganların, Heretiklerin hatta Katharlar, Bogomiller gibi Hıristiyan toplulukların Şeytan ile ilişkilendirilmiş olduğunu biliyoruz. Bu durum 1600lü yılların sonlarına kadar kendini göstermeye devam etti. Cadı olduğuna inanılan kişiler mahkemelerde yargılanıyor ve şeytan ile anlaşma yaptıkları ispat edilirse –sara krizi geçiren birinin gördüğü kâbuslar bile kanıt olabilirdi- halka açık bir yerde yakılmak da dâhil olmak üzere çeşitli yollardan infaz ediliyorlardı.

            Pozitivist ve materyalist dünya görüşlerinin yaygınlaşması, cadılara olan kör inancın etkisini yitirmeye başlaması Şeytan figürünün popülaritesini epey düşürdü. Zira artık kötülük olgusu farklı bir şekilde ele alınıyordu. Voltaire’in deizmini buna örnek gösterebiliriz. Deizm düşüncesinin önde gelen isimlerinden biri olan V0ltaire, bir Tanrı’nın varlığına inanıyor ancak “kötülük” meftumunun insanın doğasından kaynaklandığını düşünüyordu. Kötülük, insan doğasının bir parçası olarak görülüyor, hatta Rousseau gibi bazı filozoflar toplum sözleşmesinin temel amaçlarından birinin insanların doğalarında bulunan kötülüğü uygulamalarını engelleyerek adil bir düzen kurmak olduğunu söylüyorlardı. Kötülüğün insanileşmesi ise Şeytan’ı saf dışı bırakıyordu.

“Mephistopheles”in Romantik ve Özgürlükçü Olarak Yükselişi
            Fransız İhtilali yaklaşırken, din yalnızca reddedilen değil nefret duyulan bir olgu hâline gelmişti. Bunun temel sebebi kralların, senyörlerin ve sermaye sahiplerinin dini kullanışlı bir araç olarak görmeleri ve özgürlük fikrine kapılan kişileri Şeytan ile özdeşleştiriyor olmalarıydı. Marquis de Sade’ın eserlerinde bunu fazlasıyla görebiliriz. Tanrıya Karşı Söylev kitabında dine ve din adamlarına karşı yoğun bir öfke vardır ve Sade bu öfkeyi doğrudan onların ardına sığındığı Tanrı’ya yansıtmış, ona meydan okumuştur. Din doğası gereği egemen sınıfın aracı hâlini alınca şeytan ile özdeşleştirilen kişilerin onu bir sembol hâline getirmeleri anlaşılabilir.

            Anarşist şair-müzisyen Léo Ferré’nin dizelerinde Bastille’in alınışı için Şeytan’a teşekkür etmesi boşuna değil. Kilise ve kralcılar, dönemin entelektüellerini, devrimcilerini ve kendi otoritesine karşı çıkan liberal Protestanları Şeytan ile işbirliği yapmak ile suçluyorlardı. Ancak Şeytan kişiliğini kaybetmiş ve kiliseye tepkili olanların simgesi hâline gelmişti. Öyle ki idealist filozof Soren Kierkegaard bile kötülüğün insandan kaynaklandığını ve Şeytan’ın artık tamamen gereksiz bir figür olduğunu belirtiyordu.

            Şeytan’ın romantik bir karakter olarak tasvir edilişine 18 ve 19.yüzyıllarda yazılan birçok eserde rastlayabiliriz. William Blake’ten Lord Byron’a kadar birçok şair/yazar eserlerinde Şeytan’ı insani, romantik bir karakter olarak yansıtmıştır. Ancak belirtildiği gibi bu figürü ele alan iki spesifik eser üzerinde durmak gerekiyor.

Kayıp Cennet ve Faust’ta Şeytan
            Milton’un Şeytan’ı, 18 ve 19.yüzyılda kiliseye ve dine tepkili olan entelektüeller, romantikler tarafından benimsenmiş bir figür. Kayıp Cennet, Şeytan’ı ilkeli ve romantik bir özgürlük savaşçısı olarak tasvir ediyor. Ancak Milton’ın bu eseri yazarken Şeytan’ı yüceltmek ve onu romantize etmek gibi bir amacı yoktu. John Milton koyu bir Hristiyandı ve Paradise Lost’u yazarken temel amacı ilk günahın özgür düşünceden çıktığını anlatmaktı. Tanrı’ya karşı mutlak bir itaatin gerekliliğine inanan Milton, Şeytan’ı romantize etmekten çok özgür düşünceyi şeytanileştirmek peşindeydi.

            Bilindiği gibi, Kayıp Cennet Şeytan’ın cennetten kovulmasını anlatıyor. Şeytan, yoldaşlarıyla bir araya gelerek kendisinden Âdem’in önünde secde etmesini isteyen Tanrı’ya karşı bir mücadele veriyor. Bu cüretini ise yoldaşlarıyla birlikte cehenneme hapsedilerek ve kötülüğün kaynağı hâline gelerek ödüyor. Milton’ın Paradise Lost’u tarihlerde seküler/materyalist düşünceler hızla yayılıyordu. Dolayısıyla dinin toplum üzerindeki etkisi de yavaş yavaş azalmaktaydı. Şeytan ile özgür düşünce arasındaki ilişkiyi ve Milton’ın bunu eserinde yansıtmasını buradan anlamak mümkün.

            Goethe’nin Faust eseri eski bir Avrupa söylencesine dayanıyor. Faust, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasındaki döneme tarihlenen bir söylence. Dr.Faust, felsefe, tıp, doğa bilimleri alanında araştırmalar yapan ve akademik dereceler alan bir öğretmendir ve sahip oldukları ona asla yetmeyecektir. Bir insanın ulaşabileceği en son sınırlara ulaşmasına rağmen sahip olduğu bilgi kendisine yetmez ve büyük bir bunalıma düşer. Bu bunalımdan kurtulmak için tek çaresi de Şeytan’a ruhunu satmaktır. Şeytan, yaptığı anlaşma karşılığında Faust’u içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtaracak, ona gençliğini ve hayatının aşkını verecektir ancak tüm bunlar elinde sonunda Faust’u bir felâkete sürükler.

            Faust ve Paradise Lost, Şeytan’ın neden romantik bir karakter hâline getirildiğini anlamak için oldukça önemli. Zira iki eserde de şeytan akıl, bilgi ve özgür düşünce ile özdeşleştiriliyor. Paradise Lost’ta özgür düşünce şeytani bir icat ve ilk günahın kaynağı olarak gösterilirken Dr.Faust’un bilgiye olan tutkusu yüzünden Şeytan’ın ağına düştüğüne inanılıyor. İki kurgunun da dinin tartışmalı hâle geldiği zamanlara tarihlendiğini düşününce imgedeki değişimin kökenlerini anlamak mümkün.

Kaynakça:
1.       *  Jeffrey Burton Russell, Mephistopheles Modern Dünyada Şeytan, Kabalcı Yayınları, Çeviren: Nuri Plümer, 1999 İstanbul
2.       * Gerard Massadie, Şeytan’ın Genel Tarihi, Çeviren: Işık Ergüden, Kabalcı Yayınları, 1998 İstanbul

3.        *John Milton, Kayıp Cennet, Çeviren: Enver Günsel, Pegasus Yayınları, 2007 İstanbul

4 Haziran 2015 Perşembe

Türk Mitolojisi III: Gökyüzünün Dengesi ve Gün Döngüsü

            

           

Tengri sözcüğünün gökyüzü kökeninden geldiğinden bahsetmiştik. Tabiattaki her nesne gibi göğün de bir ruhu vardır ve bu ruh evrenin mutlak sahibi ve yöneticisi olan Tengri’dir. Yaşamın kıvılcımları gökte atılmıştır ve bütün kâinatın merkezi olan Tengri’nin sarayı gökyüzündedir.
Önceki yazıda gökyüzünün Türk kozmolojisindeki yerinden –konunun hatlarını çizebilmek için- bahsetmiştim. Gök olayları birçok inanışta olduğu gibi Türk mitolojisinde belirleyici bir yere sahiptir. Bu yazıda yaşamın ve evrenin kaynağı olarak tahayyül edilen gökyüzünden daha geniş bir şekilde bahsetmeye çalışacağım.


Gökyüzü ve Uzay Arasındaki İlişki
            Emel Esin Türk Kozmolojisine Giriş kitabında dünyanın bir öküzün veya boynuzlu bir hayvanın boynuzunda olduğuna dair inancın Türklerde de yaygın olduğunu söyler. Zira Anadolu’da özellikle Erzincan çevresinde bu tür bir inancın var olduğu bilinmektedir. Bu inanç Türkler’in gökkubbeyi sonsuz bir yer olarak görmediklerini kanıtlamaktadır. Gökkubbenin ötesinde kalıg adı verilen bir hava boşluğu vardır ve dünya bu boşlukta yer almaktadır.
Yıldızların, Ay’ın ve güneşin yer aldığı gökkubbe, dünyanın çatısı olarak sembolize edilir. Tanrı’nın göklerin hâkimi olarak adlandırılmasının sebebi budur. Kalıg kavramının uzay kelimesine karşılık geldiği söylenebilir, zira insanların ve tanrıların içinde yaşadıkları âlem bu hava boşluğu içinde yer almaktadır.
Eski Türk dilinde üzeliksiz diye bir kelime bulunmaktadır. Bu kelime sonu, üstü, üstünü olmayan gibi anlamlara gelmektedir. Orta Asya’daki toplulukların lisanında hâlâ var olan bu kelime kozmosu tasvir ederken kullanılmaktadır. Bu tanım kozmosu tanımlarken kullanılmaktadır, göğün katlarının ötesinde üzeliksiz bir âlem mevcuttur.


Gökyüzündeki Dengenin Temel Unsurları
            Türklerin çadırlarını belli bir nizama göre dizayn etmeleri sebepsiz değildir. Zira gökyüzünde de tıpkı çadır gibi bir denge olduğuna ve gökkubbeyi bu dengenin sağlam tuttuğuna inanırlardı. Gök cisimlerinin hareketleri, gün ve gece döngüsü, hepsi gökkubede gerçekleşen bu dengeye bağlıdır. Zira yaşamın kendisi de gökteki hareketin bir yansımasıdır ve bunun etkileri sosyal yaşamda, devlet yönetiminde fazlasıyla görülebilir.


*Göğün Direği ve Çift Başlı Kartal
            Bugün Tatar köylerinde üzerinde kuş figürü olan direkler olduğu bilinmektedir. Bu direkler Tatarlar tarafından dünya direği olarak adlandırılır. Bu söylence Proto-Türk toplumlarına kadar dayanan bir inanıştan kaynaklanmaktadır. Zira Türkler gökkubbenin bir direk üzerine kurulu olduğuna inanırlardı ve bu direğe konmuş olan kartalın dengede önemli bir yeri vardı. Bu zaman zaman tahta veya demir bir kazık, zaman zaman ise hayat ağacı denilen bir ağaç olarak tasvir edilmiştir. Bir çadırın kubbesi nasıl bir direğin üstünde duruyorsa gökkubbe de bu şekilde dengede durmaktadır. Göğün direğinin çökmesi ise kıyamet anlamına gelmektedir.

Sibirya ve Yakut Türkleri’nde Tengri’nin sarayı olarak bilinen kutup yıldızı zaman zaman Altın-kazık ve Demir-kazık olarak adlandırılmaktadır. Büyükayı yıldızının yedi yıldızı ise bu demir direğe bağlanmış yedi köpek olarak tasvir edilir. Daha kuzey bölgelerde ise bu köpeklerin yerini geyikler veya atlar alabilmektedir ancak kutup yıldızın gökyüzündeki dengenin bağlı olduğu temel ögedir.
Ancak Yakut, Çuvaş ve Oğuz inanışlarında göğün direği olan kutup yıldızı yeryüzünden yükselen bir yaşam ağacına bağlıdır. Şamanların ruhanî yolculuklarını bu ağaca tırmanarak yaptıklarına, gökler âlemine bu şekilde ulaştıklarına inanırlar. Yaşam ağacı göğün çeşitli katları boyunca yükselerek kutup yıldızıyla birleşmektedir. Bununla birlikte bugün dâhi görülen ağaca çaput bağlama ritüelinin temelinde de bu inanç yatmaktadır. Çünkü yaşam ağacı çoğunlukla bir kayın ağacı olarak tasvir edilir ve dünyadaki kayın ağaçları yeryüzüyle gökyüzü arasındaki dengeyi sağlayan bu ağacın yansıması olarak görülür.

            Yaşam ağacının tepesinde ise bir kartal bulunmaktadır. Tatar köylerinde dünya direği adı verilen, üzerinde kuş figürleri bulunan direkler olduğu bilinmektedir. Bu inanç ise Proto-Türk dönemlerine kadar uzanan Öksökö inancına dayanmaktadır.
Öksökö, altından kanatları olan çift başlı bir kartaldır. Bir pençesiyle güneşi, ötekiyle ayı kapatmaktadır. Gece ve gündüz döngüsü onun kontrolündedir, güneşi kapattığında gece, ayı kapattığında ise gündüz olmaktadır. Yer ile göğün tam ortasında bulunan Öksökö Yakutlar tarafından Gökkuş olarak adlandırmakta ve çeşitli Türk boylarında Gök Kartalı olarak bilinmektedir.
Bugün kullanılan devlet kuşu deyimi de bu inanıştan gelmektedir. Zira eski Türk devletlerinde egemenliğin göklerden geldiğine inanılırdı dolayısıyla Öksökö bir devlet yönetimi sembolü olarak kullanılmaktaydı.
Bu figürün Mezopotamya etkisiyle oluşmuş olması mümkün. Zira çift başlı kartal figürünün Sümerler tarafından MÖ 3000 yılları civarında kullanıldığı bilinmektedir. Ancak kartal Gök Tanrı’ya yakın olduğu düşünüldüğü için her zaman kutsal bir figür olarak görülmüştür. Dolayısıyla kartalın çift başlı olması güneş ve ay döngüsünden kaynaklanıyor da olabilir.


*Güneş
            Çin kaynaklarında Hsiung-nuların (Hunlar) güneşe ve aya büyük saygı gösterdiğinden bahsedilmektedir. Ancak güneş burada daha önemli bir yerdedir. Zira Güneş aydınlığı sembolize etmektedir ve döngüyü başlatan onun doğuşudur.
Türk devlet teşkilâtlanmasında Doğu ve Batı olarak iki idari birimin olduğu bilinmektedir. Batı Hakanı, doğudakine biat eder ve yönetimin merkezi doğudur. Bunun gökyüzündeki dengenin bir yansıması olduğu söylenebilir. Zira Türkler güneş ve aya ayrı ayrı saygı gösterir, ikisi için de kurbanlar keserlerdi ancak güneş için yapılan ritüellerin daha önemli bir yer kapladığı bilinmektedir. Çünkü günışığının hayatın kaynağı olduğuna inanılır.
Ateşin kutsal olmasının sebeplerinden biri, güneşin yeryüzündeki varlığı olarak görülmesidir. Otağların ortasındaki ocağın Tanrı’dan gelen kutluğu yansıttığına inanırlar. Zira güneşin görevi tanrıdan geleni yansıtmaktır dolayısıyla ateşin kaynağı bizatihi onun enerjisidir. Güneş çoğunlukla feminen bir şekilde konumlandırılmıştır. Hatta Gün Ana isimli tanrıça güneşin ruhu olarak bilinmektedir.

Güneşin bir ayna olarak sembolize edildiğini de söyleyebiliriz. Zira bugün dâhi aynayla fal bakıldığına ve büyü yapılabildiğine inanılmaktadır. Sibirya şamanlarının 12 burçlu bir ayna ile fal baktıkları ve güneşin üzerindeki lekelere göre fal açtıkları bilinmektedir. Çünkü günışığı tanrıdan gelen bilginin yansımasıdır ve onu bir ayna üzerinde yansıtarak ruhanî bilgiye ulaşmak mümkündür.
Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi kitabının ikinci cildinde yer alan güneşin oluşumuna dair bir Altay efsanesiyle bu durum örneklendirilebilir:
"...Önceleri ne ay ne güneş varmış. İnsanlar havada uçar dururlarmış. Uçarken de çevrelerine ışık saçar ve sıcaklık verirlermiş. Bunun için de güneş gerekli olmamış. Ancak içlerinden biri hastalanmış ve iyileştirememişler. Bunun üzerine Tanrı, onlara bir varlık vermek istemiş. Tanrı'nın gönderdiği şey büyümüş ve iki tane büyük ayna olmuş. Bu aynalar gökyüzüne çıkıp çevreye ışık saçmaya başlamışlar. O günden beri bu iki şey, yani güneş ve ay dünyayı aydınlatır ve ısıtır dururlarmış.” (2.Baskı, syf.188, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993)

            Türkler’in günde üç kez güneşe selam verdikleri bilinmektedir. Zira toprak ana figürü gibi güneş de kutsal bir anne ve tanrıça konumundadır. Tanrı’dan alınan kutu insanlığa yansıtan Güneş zaman zaman bundan öte bir varlık konumunda da görülebilmektedir. Zira Türklerde “Güneş bizi görüyor, güneşe ant olsun” gibi cümlelerin sıklıkla kullanıldığı biliniyor.


*Ay
            Türk inanışlarında bir düalizmin söz konusu olduğundan bahsetmiştik. Kainat ikili ve dörtlü zıtlıklarla dengede durmaktadır. Güneş ve ay arasında da böyle bir denge olduğu söylenebilir. Zira tahmin edilebileceği gibi güneş aydınlığı, sıcağı temsil ederken ay karanlığı ve soğuğu temsil eder. Gökyüzündeki denge bu iki gök cisminin zıtlıklarına bağlıdır.
Ay zaman zaman feminen ruhlar ile ilişkilendirilse de çoğu zaman maskülen bir karaktere sahip olduğuna inanılırdı. Hatta bugün dâhi dilimizde yer alan ay dede kelimesi bu inanıştan gelmektedir. Zira Türklerin Ay Ata veya Ay Dede gibi ruhları Ay ile bağdaştırdıkları bilinmektedir.
Ay aynı zamanda bir asker ve muhafız konumundadır. Zira güneş saf iyiliği ve ışığı sembolize eder, oysa birinin kötü ruhlarla savaşması gerekmektedir. Ay, gittiği her yere soğukluk götürerek güneşin ulaşamadığı yerlerdeki kötü ruhları alt eder.
Örneğin Altay Türkleri Ay Dede’nin yedi başlı bir devle savaştığını ve insanlığın kurtuluşunun bu sayede olduğuna inanırlar. Bu söylenceye göre eski çağlarda insanların canını alan, zorbalık yaparak eğlenen bir dev bulunmaktadır. İnsanlar bu devden kurtulmak için Tanrı’ya yalvarırlar. Tanrı bu görevi başta Güneş’e verse de, Güneş kendisinin dünyayı yakabileceğini bu yüzden görevi yapmaktan çekindiğini söyler. Ay ise görevi kabul edecek ve soğuk bir gecede dünyaya inerek devi öldürecek, insan soyunun geleceğini bu zorbanın elinden kurtaracaktır.

Ancak Ay Dede’nin içinde bulunduğu mücadele hiçbir zaman bitmemektedir. Zira Türkler Ay’ın dolunaydan yeniaya kadar olan evrelerini gökyüzünde yaşayan ve geceleri ortaya çıkan kurtların Ay’ı yemesine bağlamışlardır. Ay, bu kurtlarla ve diğer kötü ruhlarla savaşır, bir süre tamamen yok olduktan sonra onları alt ederek tekrar dolunay şeklini alır ve bu döngü sürekli devam eder.
Ay tutulması kavramı da bu söylencelerden gelmektedir. Türkler Ay’ın zaman zaman kötü ruhlar tarafından esir edildiğini düşünürlerdi. Bugün kavramı daha iyi açıklayan kaybolma kelimesi yerine tutulma kelimesinin kullanılması Ay’ın bitmeyen savaşından kaynaklanmaktadır.

            Sonuç olarak, gökyüzündeki hareketler ve gün döngüsü Türk inanışlarındaki düalizmin tipik bir örneğidir. Ay ve Güneş arasındaki zıtlığın özellikle Uygurların Mani dinini benimsemesiyle arttığını söyleyebiliriz. Ancak Ay, hem Güneş’in dengeleyicisi hem de göğün koruyucusu olarak bilinmektedir. Bununla birlikte bazı söylencelerde yeryüzü de göğün katlarından biri olarak ele alınmaktadır.

Gün Ana, Ay Ata gibi kavramları değerlendirirken animizmin Türk inanışlarında önemli bir yere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Zira tabiattaki her şey gibi gök cisimlerinin de ruhları vardır ve bu figürler Yunan ya da Germen mitolojisindeki tanrılardan çok güneşin ve ayın ruhlarını temsil etmektedir.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Türk Mitolojisi II: Kozmolojinin Ana Hatları




            Kozmoloji kelimesini iki ana başlığa ayırabiliriz. Bugün evreni tanımlamak ve anlayabilmek için bilimsel kozmolojiyi kullanmaktayız. Dinlerin ve inanışların evren tasavvuru ise metafiziksel kozmoloji olarak adlandırılır. Şüphesiz ki bir inancı kavrayabilmek, tasavvurlarının neye karşılık geldiğini bilebilmek için o inancın kozmolojisini yani evrene bir bütün olarak bakışını bilmek gerekir. Dünyanın var oluşuna, yeryüzündeki ve gökyüzündeki dengeye dair her fikir kozmolojinin parçasıdır.

Türk kozmolojisinde birçok farklı kültürün ve inancın etkilerini görmek mümkün. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; Türkler evrenin ve evrendeki her şeyin bir bütünlük içinde olduğuna inanırlardı. Gündelik yaşamdaki hiyerarşi ile gökyüzündeki durum hakkındaki tasavvurları birbirine benzemekteydi. İnanç, Türkler için her zaman önemli bir mesele olmuştur bu bakımdan kozmoloji sadece Türkler’in geleneksel dinini öğrenmek için değil, toplum yaşamları hakkında bilgi sahibi olmak için de önemlidir.

Zıtlıkların Birliği ve Bütünlüğü

            Yaruk, eski Türk dilinde ışık anlamına gelir. Bu ışık gökten gelen tanrısallığı, kut’u simgeler. Karang ise yeryüzüne ait bir kavramdır. Yaşam yaruk ile karangın bir araya gelmesiyle oluşur. Bu semavi inanışlardaki beden ve ruh ilişkisine benzer gibi görünse de, farklı bir durum söz konusu. Çünkü bu ikilik tanrının insanı yaratıp ona ruhu üflemesinden ibaret değildir, zira evrenin tamamında böyle bir işleyiş söz konusudur.
Geleneksel Türk dinine göre evrende zıtlıkların uyumu söz konusudur. Kavramlar ikili ve dörtlü zıtlıklarla varlıklarını sürdürürler. Ancak bu zıtlıklar Mani dininde veya Zerdüştlükte olduğu gibi iyi-kötü veya aydınlık-karanlık olarak ayrılmamaktadır. Türkler evrenin özündeki bu düalist yapılara ahlâki tanımlar yüklememişlerdir. Bununla birlikte bir dişil-eril ilişkisinin birçok konuda mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
Gök ve yer arasında böyle bir ilişki söz konusudur. Yer ve gök birbirini var eden iki zıtlıktır. Gök eril, yer ise dişi olarak konumlandırılmaktadır. Hatun’un Türk siyasi yaşamında önemli bir yere sahip olması bu evren tasviriyle ilişkilidir. Zira Tengri göğü, Umay Ana ise yeri sembolize eder. Tengri ile Umay Ana arasında böyle bir ilişki söz konusudur, evrenin hükümdarı Tengri olsa da, Umay Ana siyasi yaşamda Hatun’un olduğu konumdadır ve evrenin yönetiminde söz sahibidir.

            Ancak bu düalizm bir merkezin varlığından bağımsız değildir. Dünya yeryüzü, gökyüzü ve yer altı olarak üç bölüme ayrılır. Bu katmanların her birinin ayrı bölümleri mevcuttur. Ancak evrenin merkezinde kutup yıldızındaki sarayında oturan Tengri bulunmaktadır. Evrende sürekli bir hareket ve döngü söz konusudur. Mevsimlerin oluşumu, yıldızların hareketi, gündüzün ve gecenin oluşumu, hava değişimleri, hayvanların göçleri tüm bunlar evrenin tek bir merkez etrafında dönüşünün parçalarıdır.

            Eski Türk dilinde tözlüg bulmak şeklinde bir tabir vardır. Bu tabirin İslam tasavvufçularının vahdet-i vücut inancına paralel bir anlayışı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Zira Türkler evrenin bir bütün olduğuna inanırlardı. Yukarıda belirtildiği gibi var olan her şey evrenin merkezi etrafında döngü hâlindeydi. Varlığın kendisi bir harekettir ve bu hareket bütünlüğü simgeler.
Gök cisimlerinin hareketleri, mevsimler, gece ve gündüz geçişleri, rüzgârların hareketleri, hayvan göçleri hepsi bu döngünün bir parçasıdır. Kağanın arabası bile bu döngüye uygun biçimde tasarlanır. Evrendeki her şey birbirinin yansıması ve parçasıdır.
Türkmen Aleviliği’nin bu anlayıştan fazlasıyla etkilendiğini söylemek mümkün. Zira cemevlerinin dizaynından semah ayinlerine kadar böyle bir döngünün söz konusu olduğunu görebiliriz. Ancak geleneksel Türk dininin tamamen panteist bir karakter taşıdığını düşünmüyorum. Zira bu inanışta evrenin tek bir organizma olarak değil, birçok öğenin uyum içinde hareket ettiği bir sistem olarak tasvir edildiğini söyleyebiliriz.

Gökyüzü

            Tengri kelimesinin gökyüzü kökeninden geldiğini, Türkler’in yüksek dağlar ve ağaçlar için de bu kelimeyi kullandığını söylemiştik. Zira evrenin merkezinde Kök Tengri’nin sarayına ev sahipliği yapan gökyüzü bulunmaktadır. Kutupyıldızı Tanrı’nın sarayıdır, onun etrafında yer alan yıldızlar ve takımyıldızlar ise Tanrı’nın ailesi, akrabaları ve yakınları olarak tasvir edilmektedir.
Çadırların kubbesinde sekiz direğin birleştiği ve uçlarının çember içine alındığı bir kısım vardır. Bu dizaynın sebebi ise gökyüzünün tasviridir. Türkler’e göre gökyüzü Tanrı’nın oturduğu kutupyıldızından ve merkezinde sarayın bulunduğu sekiz bölümden oluşur. Elbette bütün Türk boyları gökyüzünün bölümleri konusunda hemfikir değildi. Özellikle Batı Türkleri’nde yedi katlı bir gökyüzü tasviri mevcuttu. Hatta Bizans ile yapılan yazışmalarda “Yedi göğün hâkimi Tengri adına” tarzı ifadeler sıklıkla kullanılmıştır. Ancak yedi katlı göğün diğer dinlerin etkisiyle benimsenmiş bir inanış olması da mümkün. Zira İran mitolojisinde gök ve yer yedişer katlıdır, Dante’nin İlahi Komedya eserinde de böyle bir durum söz konusudur, dolayısıyla Batı Türkleri’nin yedi katlı gök inanışını başka toplumların etkisiyle benimsemiş olduklarını söyleyebiliriz.
Gündüzün merkezi güneş, gecenin merkezi ise kutup yıldızıdır. Tengri günün dönüşümüne göre buralarda görülmektedir. Bununla birlikte mevcut her şey gökyüzünden gelmiş veya buradan gelen cisimlerin başkalaşımıyla var olmuştur. Gökyüzü kutun yani yaşam enerjisinin kaynağıdır. Bu bakımdan döngünün temel merkezidir.



Yeryüzü

            Altay ve Sibirya gibi geleneksel Türk dininin hâlâ yaygın olduğu bölgelerde Nevruz kutlamalarında sıkça gerçekleştirilen bir ritüel vardır: toprağa bir tünel açılır ve insanlar yeniden doğuşu canlandırmak için bu tünelden geçer. Zira toprak aynı zamanda annedir ve topraktan çıkan her şey bir annenin rahminden çıkmaktadır.
Evrende de bir hakan-hatun ilişkisi olduğundan bahsetmiştik. Umay Ana ile Tengri arasında her zaman bir karı-koca ilişkisinden bahsedilmese de aralarındaki görev dağılımı bu şekildedir. Umay kelimesini plasenta kökeninden gelmektedir. İnsanların yeryüzündeki esenliğinden Umay Ana sorumludur. Toprak Ana ve Yer Ana gibi tanımlamalar da aynı figüre işaret etmektedir.  Toprak Ana figürünü konu alan yazımda da belirttiğim gibi Umay Ana bir ana-tanrıça değil, yeryüzünün, kâinatın ruhu ve bütünlüğün önemli bir parçasıdır.
Gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de ruhani bir hiyerarşi bulunmaktaydı. Orman ruhları, toprak ruhları ve su ruhları gündelik hayatı etkileyen karakterlerdi. Şamanlar çoğunlukla bu ruhlar ile meşgul olmaktaydılar. Bununla birlikte Umay Ana’nın Yer-suv gibi yardımcıları da bulunmaktaydı.
Ateş, su ve dağ gibi figürler yeryüzünün birer parçasıdır. Ateş, sadece Şamanların ruhlarla iletişime geçtiği bir araç değil, yaşamın temel öğelerinden biridir. Zira bugün dâhi Yörük çadırlarında ocak otağın ortasında yer almaktadır. Ocak, sadece yemek pişirmek için değil, ateş ayini yapmak için de kullanılan bir araçtır. Otağ düzeninde ateşin çadırın her yerine eşit uzaklıkta olması gerekir, zira evrende nasıl bir nizam hâkimse aynı durum otağ için de söz konusudur. Kaldı ki evreni büyük bir otağ olarak tasvir eden inanışlara rastlamak da mümkündür.
           
            Ancak toprak her zaman iyi bir anlam ifade etmez. Toprak, yeraltının ve yeryüzünün ortasında yer almaktadır. Zira yerin altında Yerlik/Erlik han bulunmaktadır ve dünyada iyi şeyler yapmayan insanların ikametgâhı onun yönettiği yer altı olacaktır. İnsan ulu gök ile yağız yer arasında yer almaktadır. Birçok inanışta insan ruhunun yeryüzüne ait olduğu anlatılır, zira kurganların var olması ölümden sonra fiziksel bir yaşam olduğunu belirtmektedir. Ancak bazı yerlerde ölenlerin yeryüzünde bir süre daha kaldıktan sonra başka bir âleme intikâl edeceğine inanılır. Ölüleri ve eşyaları baş aşağı gömme geleneği bu inançtan kaynaklanmaktadır, zira öteki âlem bu dünyaya göre ters bir konumdadır ve burada baş aşağı gömülen cisimlerin orada düz bir zemine oturacağına inanılır.

            Sonuç olarak, Türk kozmolojisi bütüncül bir tasvire sahip olsa da panteist olarak adlandırmak hata olacaktır. Zıtların birlikteliği ve hiyerarşi söz konusudur. Ölümsüzlerin dünyasında da ölümlülerinki gibi bir yaşam vardır, zira Tengri’nin de beslenmek gibi özellikleri olduğuna inanılır. Ancak bu inanışlarda düalistik bir düzen olduğunu ve her şeyin kendi zıddıyla var olduğunu da unutmamak gerekir. 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Türk Mitolojisi I: Tengrizm'in Genel Tasviri


            Türk toplumunda ortodoks bir İslam anlayışının benimsenmesi yüzyıllar almıştır. Türkmen Aleviliğinde eski Türk inanışlarının karakteristik açıdan büyük bir etkisi olduğunu belirtmek gerekir ancak bu inanışların bugün toplumun tamamında gündelik dilden geleneklere kadar etkisini sürdürdüğünü görebilmekteyiz.
Türk inanışlarını Şamanizm olarak adlandırmak sık yapılan bir hatadır. Bunun neden yanlış olduğunu yazının ilerleyen kısımlarında anlatacağım. İslam öncesi Türk inanışlarını adlandırmak için en uygun kavram Tengricilik olacaktır.
Türk ve Moğol inanışları arasında kesin çizgiler söz konusu değildir. Elbette gündelik ritüellerden söylemlere kadar bu iki halkın inançlarında birçok farklılık bulunmaktadır ancak Türklerin ve Moğolların yaygın dinleri benimsemeden önceki inançlarında evren ve tanrı tasavvuru aynıdır. Bu inançların başta Altay ve Sibirya havzası olmak üzere birçok yerde varlığını sürdürmeye devam ettiğini gözlemleyebiliriz.

Şamanizm: Sık Yapılan Bir Literatür Hatası

Öncelikle Şamanizm’in başlı başına bir dini veya inanışlar bütününü kapsamadığını belirtmek gerekir. Şamanizm bir metottur. Türkler de dâhil olmak üzere birçok halkın ve kabilenin doğa ruhlarıyla iletişime geçmek ve tabiatın nimetlerinden faydalanabilmek için başvurdukları bir pratiktir. Şamanlar dini önder veya aracı vasfı taşımazlar. Kelt rahipleri Druidler gibi herhangi bir rahip/ruhban işlevleri yoktur. Şamanlar Tanrı ile değil, doğa ruhları ve tabiat ile iletişime girmekle yükümlüdürler. Bu bakımdan Şamanizm’i bir din olarak nitelemek, bilhassa herhangi bir toplumun bu dine inandığını belirtmek ciddi bir literatür hatası olacaktır.
Bununla birlikte Türkler şaman kelimesi yerine kam, baksı, toyun, hatun gibi kelimeler kullanmaktadırlar. Divanı Lugat’it Türk’te kam kelimesi kâhin, şifacı, büyücü gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Belirttiğim gibi, Şamanizm bir inanç veya öğreti değil bir metottur ve herhangi bir topluluğun inançlarından bahsederken kullanılabilecek bir kelime değildir.

Tanrı Tasviri

Tengri kelimesinin eski Türk dilinde birçok farklı kavramı tanımlamak için kullanıldığını görebiliriz. İlk olarak Çin kayıtlarında Hsiung-nu(Hun) halkını anlatan hikâyelerde rastlanan bu kelimenin kökü gökyüzünden gelir. Ancak bu kelimenin farklı kavramlar için kullanılmış olması Türk dininin politeist –çok tanrılı- bir inanış olduğu sonucuna götürmemektedir. Türkler yüksek dağlar, çeşitli ruhani varlıklar için de Tengri kelimesini ve onun farklı şivelerdeki çeşitlerini –tarı, deyri, tangara, Kayra Han- kullanıyorlardı ancak Türk kozmolojisinde her şeye hâkim bir Kök Tengri (Gök Tanrı) bulunmaktadır.

Tengricilik inancını İslam’a benzeten metinlere sıklıkla rastlamak mümkündür. Bilhassa ders kitaplarında bu yanlış kanı sıklıkla yer almaktadır. Ancak Türk ve Moğol dinleri karakter bakımından İslam ile hiçbir benzerlik taşımazlar. Bu inanışların karakteristiğinde animizm önemli bir yere sahiptir. Hayvanların, bitkilerin ruhları olduğuna inanırlar fakat İslam’da böyle bir durum söz konusu değildir. Bununla birlikte Türkler tanrılarını zaman zaman çeşitli suretler ile tasvir etmişlerdir, hatta Kayra Han’ın oğulları vardır ve İslam’da böyle bir durum söz konusu dâhi edilemez. Ayrıca İslam kozmolojisine göre Allah herhangi bir yerde bulunmamaktadır, zaman ve mekân gibi kavramlardan münezzehtir. Kök Tengri ise göğün ruhu olarak anılmaktadır. Semavi dinlerde bu tür kavramlar alegorik dâhi olsa kullanılmamaktadır. Türk ve Moğol inanışları pagan monoteizmi denilen sisteme dâhildir, bir tek tanrı söz konusudur ancak bu durum onları semavi dinlerle benzer kılmamaktadır.

            Tengri, dünyada ve evrende var olan her şeyin hâkimidir. Türkler Toprak Ana’dan çeşitli doğa ruhlarına kadar tabiatın güçlerini yönlendiren ruhlara inanmışlardır ancak asıl hâkim göğün ruhu olan Tengri’dir. İnsanların bedenini yapan ve onlara çamurdan bir ruh üfleyen Tengri olmuştur. Nehirlerin akışından ekinlerin verimine kadar her şey onun hâkimiyetindedir. İbn Fadlan seyahatnamesinde Oğuzlar’ın herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında gökyüzüne bakıp “Tengri Bir” dediklerini belirtmiştir.
Tengri yaşam gücünün (kut) ve talihin (ülüg) sahibidir. Aynı zamanda bunları insanlar arasında paylaştıran güçtür. Tabiata hâkim olduğu kadar gündelik siyaset üzerinde de hâkimiyet sahibidir. Örneğin bir kişinin tahta geçebilmesi için kut alması gerekir. Günümüzde kullanılan kutsal, kutlamak gibi sözcükler bu kavramdan gelmektedir.
Yeryüzündeki olayları ve nesneleri kontrol eden ruhlar bulunmaktadır ancak bu durum Tengri’nin yeryüzünde egemen olmadığını göstermez. Türk inanışlarında gökyüzünde tıpkı yeryüzünde olduğu gibi bir hiyerarşi söz konusudur. Bu şekilde düşününce Tengri bütün hiyerarşinin başındadır, her şeyin yaratıcısı, sahibi ve efendisidir.

İnancın Ana Hatları

            Animizmin Türk dininin önemli bileşenlerinden biri olduğundan bahsetmiştik. Türk inanışlarında çeşitli kutsal nesneler vardır. Bazı hayvanlara, bitkilere, gök cisimlerine kutsallık atfedildiği görülmüştür. Ancak mabet ve put kültürü söz konusu değildir. Arkeolojik bulgularda herhangi bir tapınağa veya puta rastlanmamıştır.
Türk Şamanizm’i burada ayrı bir karakter kazanmaktadır. Şamanlar ateşin etrafında çeşitli ritüeller sergileyerek ruhlarla iletişime geçerlerdi. Ancak bu ruhları tasvir eden herhangi bir totem vs söz konusu değildi. Bununla birlikte Tengricilik inancına sahip Türklerde güçlü bir sembolizmin söz konusu olduğunu da belirtmek gerekir. Örneğin bugün nazar boncuğu olarak bildiğimiz sembol İslam öncesi Türk toplumlarında kem gözlerden korunmak için kullanılmaktadır hatta bazı kamların başlıklarında vs benzeri sembollere rastlamak mümkündür.

Ancak Türklerin totemizmden tamamen münezzeh olduğunu düşünmek de yanlış olacaktır. Türklerde ongun inancı oldukça yaygındı. Her boyun ve kabilenin kendine özgü bir ongunu vardı. Ongunun kabileyi, boyu koruyan bir hayvan ruhu olduğuna inanılır, onu memnun etmek için ayinler düzenlenirdi. Ancak bunu bir putperestlik olarak yorumlamak doğru olmayacaktır. Ongun’a kabilenin atası, koruyucu ruhu olarak saygı gösterilir ve ölümden sonra bu saygının karşılık bulacağına inanılırdı. Ata kültünün Türkler için önemli bir yere sahip olduğunu düşününce ongunların nasıl bir yere sahip olduğu anlaşılabilir.
           
            İnsanların varlığına dair birçok farklı inanç söz konusudur. Tanrı’nın çocuklara sahip olduğu ve insanların bu çocukların torunları olduğuna dair inanışlar da oldukça yaygındır. Yerde ve gökte güçlü ruhlar bulunmaktadır, bunlar tabiat ve insanlar üzerinde etki sahibidirler. Belirtildiği gibi evrende bir hiyerarşi söz konusudur. Gökler âlemi, yeryüzü ve yer altı tanrı ve çocukları tarafından paylaştırılmıştır.


            Özetlemek gerekirse, Tengricilik inancını ne politeist, totemci inanışlarla ne de semavi dinlerle aynı sınıfa koymak mümkün değildir. Türk inanışlarını anlamadan önce Pagan monoteizmi kavramını temellendirmek gerekir. Romalılar ve Mısırlılar da zaman zaman tek tanrılı dinlere inanmışlardır ve bu inancın dünyada birçok örneği bulunmaktadır. Animizm ve Şamanizm eski Türk dininin bileşenlerindendir ancak ikisi de bu inancı tanımlamak için tek başına yeterli olmayacaktır. 

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Türk Toplumundaki "Üç Harfli" Mitosu ve Kökenleri

Davetname'deki cin tasvirlerinden biri
            İnsanlara musallat olan ve zarar veren bedensiz varlıklara birçok inanışta rastlanmaktadır. Karayip inançlarında çocukları kandırarak uzak yerlere götüren Douenlerden Maori mitlerinde yer alan insan yiyen Erintjalara kadar birçok figürü buna örnek gösterebiliriz. Özellikle şaman ayinlerinde bu varlıklardan korunmak için yapılan ritüeller büyük yer tutmaktadır. Ancak bugün dâhi toplumumuzda yaygın olan cin inancının birçok farklı etkileşimi mevcuttur.

Öncelikle cin kelimesi her zaman doğaüstü bir kavrama atıf yapmayabilir. Cin aynı zamanda görünmeyen anlamına gelmektedir. Örneğin Anadolu’da yemeğin ağzı kapatılmazsa cin gireceği söylenir. Burada kast edilen doğaüstü bir varlığın yemeğe dâhil olacağı değil, gözle görülmeyen mikropların ve hastalıkların bulaşacağıdır.

Cin inancı hakkında yazmış olmamın birkaç sebebi var. Öncelikle ciddi bir üretkenlik sıkıntısı yaşayan ve bu yüzden yaygın bir inanışla korkutma yoluna giden Türk korku filmlerinin satışlarından birkaç bilet eksiltebilirsem kendimi dünyanın en mutlu insanı olarak göreceğim. Bununla birlikte yaygın olan cin kavramının doğrudan Kuran ile tanımlanan bir figür olmadığını, İslam öncesi Arap inanışlarından eski Anadolu mitlerine kadar birçok inançla etkileşim hâlinde olduğunu düşünüyorum.

Kuran’da Cinler

            Müslümanların kendi aralarında bir çözüm bulamadıkları ve yüzlerce yıldır tartıştıkları hadis kaynaklarına girme niyetinde değilim bu yüzden İslam söylencelerinin temel kaynağı olan Kuran’da yer alan cin kavramı üzerinden gideceğim. Kuran, cinlerin tıpkı insanlar gibi yaratılmış olduğunu anlatır. Cinler de tıpkı insanlar gibi Allah’ın hükümlerine uymak için yaratılmışlardır.
Şeytan, Kuran’da çoğunlukla zannedilenin aksine bir melek değil, cin olarak geçer. Bilindiği gibi toprağın ateşten üstün olduğunu ve Âdem’in topraktan yaratıldığını söyleyerek onun önünde eğilmeyi reddetmiştir. Melekler nurdan yaratılan ve çoğunlukla kendi iradelerine sahip olmayan canlılarken cinler ateşten yaratılmışlardır ve insanlar gibi irade sahibidirler.

            Buradan cinlerin insanlardan önce yaratılan varlıklar olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bununla birlikte, cinler insanlarda var olmayan birtakım yeteneklere sahiplerdir. Ateşten yaratılmış olmak onları yetenekli kılmaktadır. Kuran’da birkaç yerde cinlerin insanları yoldan çıkardığından bahsedilmektedir. Ancak Kuran’a göre bu varlıkların bugün yaygın olarak inanıldığı gibi insanlara fiziksel olarak etki etme yetenekleri mevcut değildir. Sadece şeytan gibi vesvese verebilmektedirler.
Kuran’a göre insan yaratılmışların en yücesidir. Cinler insanlardan daha yetenekli olsalar da, insanların arasından çıkan peygamberlere biat etmekle yükümlüdür. Süleyman Peygamber, cinlerden kurulan ordulara hükmetme yeteneğine sahiptir. Bununla birlikte cinler tıpkı insanlar gibi son peygamber olan Muhammed’e biat etmekle yükümlü kılınmışlardır.

Ezoterik Kaynaklar ve Havas İlmi

            Cin inancının İslam öncesi Arap toplumunda da yaygın olduğu bilinmektedir. Bu varlıkların çöllerde yaşadıklarına, bedevilere ve tüccarlara musallat olduklarına inanırlardı. Bu inanışın kökenine dair birçok tahminde bulunmak mümkün. Bilhassa çöl ortamının halüsinasyon görmek için oldukça uygun olması ve bazı zehirli canlıların halüsinasyonlara yol açması bu söylentilerin yayılmasını sağlamış olabilir.
Arap paganları, bazı hayvanların cinlerle ilişkili olduğuna, bilhassa yılan, akrep gibi canlıların bu varlıkların sureti olabileceklerine inanırlardı. Bununla birlikte cinler gerekli ritüeller uygulanarak düşmana zarar vermek, geleceği görmek gibi amaçlar için kullanılabilirlerdi. Arap toplumunda bu gibi işlerle uğraşan kâhinlerin ve büyücülerin oldukları bilinmektedir. Arap mitolojisindeki cin inancının İslam’ın yayılmasıyla etkisini sürdürdüğünü, hatta çeşitli öğretilerle geniş bir coğrafyaya yayıldığını görmek mümkün. Hatta bugün Türk toplumunda yaygın olarak inanılan cin figürünün Arap mitlerinin bu tür ezoterik kaynaklar yoluyla yayılmasıyla oluştuğu tahmin edilebilir

            Cinlerin insanların işleri için kullanılıp kullanılmayacağı İslam dünyasında ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Kuran’a göre Süleyman Peygamber başta olmak üzere bazı peygamberler cinlere hükmederek onları hizmetçi olarak kullanabilmekte, hatta saray yaptırabilmektedirler. Bazı yorumcular cinlere hükmetmenin ancak peygamberlerin işi olduğunu söylerken bazıları ise bunun mümkün olduğunu ancak günah olduğunu düşünmektedir. Cinlerin özelliklerini anlatan ve onlardan faydalanmak için bazı ritüeller gösteren havas kaynakları mevcuttur.

İmam Şibli’nin Cinlerin Esrarı kitabı bu kaynaklar arasında önemli bir yere sahiptir. İmam Şibli bu kitabı çeşitli âlimlerin ve Mutezile gibi aklı ön plana alan İslam öğretilerinin fikirlerini çürütmek ve cinlerin varlığını ispat etmek için yazmıştır. Bu kitapta ciddi bir mitolojik kurguya rastlamak mümkündür.
Kitaba göre cinlerin atası Âdem’den 2000 yıl önce yaratılmıştır. Cinlerin hammaddesi zehirli ateştir. Bu varlıklar yılan kılığında, kara bir köpek şeklinde ve uçan bir rüzgâr suretinde olmak üzere üç çeşide ayrılırlar. Bunların cinler âlemindeki kavimleri teşkil etmesi mümkündür.
Bugün toplumda cinlerle ilgili yaygın olan söylentilerin bu kitaptan kaynaklanması mümkün. Zira İmam Şibli, cinlerin insanlara musallat olabileceğinden, hatta dikkat edilmezse insanlarla birlikte yemek yiyip onlarla ilişkiye girebileceğinden bahseder. Cinlerin “Hin” adı verilen bir alt sınıfı bulunmaktadır ve bunlar yoldan çıkmış, şeytanın yoldaşı olmuş varlıklardır. İnsanlara musallat olup onları korkutan, onlarla alay edenler de genellikle bunlardır. Islık çalmanın veya tuvalete sol ayakla girmenin cinleri çağıracağına dair yaratıcı söylentilerin birçoğu bu kitapta geçmektedir.

Firdevsi’nin Davetname eseri de cinler için rehber niteliğinde başka bir eserdir. Bu eserde cinlerin çeşitleri ve işlevleri anlatılmakta, onları çağırmak için gerekli olan ritüeller belirtilmektedir. Bu kitap güneşin ve ayın gökyüzündeki konumuna göre yapılacak ritüelleri anlatmaktadır. Eğer günah-sevap sayacını kendi aleyhinizde çalıştırmak veya zahmet istediğiniz kişiyi kendinize âşık etmek isterseniz eşsiz bir kaynak olduğunu belirtmek gerekir.[1]

Türk Toplumundaki Cin İnancının Genel Bir Tasviri

            Tabloya bakınca toplumdaki cin inancının Kuran’dan çok ezoterik öğretilere dayandığı görülüyor. Bununla birlikte İslam öncesi Türk inanışlarında birçok kötü ruh tasviri bulunmaktaydı. Tüm bu inanışların bugün cin figüründe canlandığını söylemek yanlış olmaz.
Örneğin Türkler albastı adı verilen, loğusalara dadanan bir varlığa inanırlardı. Bu inancın kökeni Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır. Bugün Anadolu’nun bazı yerlerinde albastı veya al karısı yerine cin tabiri kullanılmaktadır. Yeni evlenen veya doğum yapan kadınları cinlerden koruyabilmek için kurşun dökme, muska hazırlama gibi önlemler alındığı bilinmektedir.
Türkler, demirin koruyucu bir nesne olduğuna inanırlardı. Kurşun dökmenin onları kötü ruhlardan koruduklarına inanıyorlardı. Bugün cinlerden korunmak için kurşun dökme ritüellerinin uygulanması bu figürde eski Türk inanışlarının etkisinin olduğunu göstermektedir. Hatta bu ritüel gerçekleştirilirken belli bir ritimle bir şeyler söylemek de İslam öncesi Türk ritüellerinin kötü ruhlara karşı hâlâ etkili olduğunu kanıtlamaktadır.
Ancak bunlara rağmen figürün ağırlıklı olarak Arap mitolojisinden ve bunların ezoterik kaynaklar yoluyla yaygınlaşmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.



[1] Murat Bardakçı 2005 yılında Hürriyet’teki köşe yazısında bu kitaptan bahsetmişti. Amacı Osmanlı’daki havas ilmi konusunda bilgi vermekti, ancak kitapta insanları âşık etmek için çağrılabileceği söylenen Urumhamatahayil’den bahsedince yüzlerce kişinin kendisine daha fazla bilgi için mail attığından şikâyet etti. O dönemlerde mâlum cini çağırmak için mezarlıklardan toprak toplayanların olduğu biliniyor.
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2005/08/15/687174.asp

10 Mayıs 2015 Pazar

Nuh Tufanı Mitosu ve Kökenleri



            Tufan söylencelerinden bahsetmeden önce türeyiş kavramını ele almak gerekir. Türeyiş, belli bir kavmin veya genel olarak insan nüfusunun var olduğu zamanı değil, şans eseri veya tanrı(lar)ın isteğiyle kurtulan birkaç insanın insanlığı tekrar var etmesini ifade eder. Örneğin Türk söylencelerindeki Asena Destanı zannedildiği gibi bir yaratılış söylencesi değildir. Çünkü hikâyenin başlangıcından önce insanlar mevcuttur, hatta Asena ile çiftleşen kişi bir savaş sonucunda kollarını ve bacaklarını kaybetmiştir. Asena ile birlikte olarak sadece kendisinin kaldığı kavmi diriltmiştir. Tufan hikâyesini de bu bağlamda, bir yaratılış hikâyesi olarak değil insanlığın geçtiği önemli aşamalardan biri olarak okumak faydalı olacaktır.
Tanrı’nın insanların yaptıklarından memnun olmadığı için onları Tufan ile cezalandırdığını anlatan hikâyelere Eski Yunan söylencelerinden Hint destanlarına kadar rastlayabiliriz. Hatta Kızılderili mitoslarında da tufan ile ilgili hikâyeler mevcuttur. Ancak Ortadoğu havzasındaki Tufan hikâyelerinde bir benzerlik gözlemleyebiliriz. Bilhassa Sümer, Babil, Ugarit Tufan söylenceleriyle bugün Kuran’da yer alan ve kökeni Tevrat’a dayanan Nuh Tufanı hikâyesi arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır.

Tevrat’taki Hikâye: Tanrı’dan Gelen Felâket
            Bugün Nuh Tufanı olarak bildiğimiz hikâye Eski Ahit’te, Yaratılış kısmında yer 6. ve 10.bölümler arasında yer alıyor. Bununla birlikte Mezmurlar ve İşaya bölümlerinde de hikâyeye sık sık atıflar yapılmaktadır. Hikâyenin ana karakteri olan Nuh, iyiliği ve erdemliliğiyle Tanrı’nın lutfunu kazanan biridir. İnsanların yoldan çıktığı, günahkârlığın hiç olmadığı kadar arttığı bir zamanda yaşamaktadır ve bu zamanda erdemli kalabilmesi Yehova’nın gözüne girmesini sağlamıştır. İnsanlığı yarattığına pişman olmuşken ve bütün yaratılanları yok edecekken Nuh’un varlığı onu mutlu eder. Daha sonra Nuh’a insanlığı yok edeceğini söyleyerek kendisini, ailesini ve bazı hayvanları kurtarmak için bir gemi inşa etmesini söyler. Eşi, oğulları, gelini ile birlikte bineceği gemiye her cinsin soyunu devam ettirebilmek için bir dişi ve bir erkek hayvan alması emredilir.
Tanrı Dünya’ya kırk gün kırk gece şiddetli bir yağmur yağdıracak ve Nuh’un gemisi dışında kalan bütün yaratılmışları sular altında bırakarak helâk edecektir. Dünya elli gün sular altında kaldıktan sonra Yehova gönderdiği rüzgârlarla suların inmesini ve yeryüzünün tekrar ortaya çıkmasını sağlar. Yaşayan bütün canlılar, Nuh sayesinde tufandan kurtulanların soyundan gelmektedirler. Nuh ile tekrar konuşur ve gemiden çıkmalarını, dünyaya yerleşip üremelerini anlatır. Kuşlar, balıklar ve diğer hayvanlar insanların emrine verilmiştir. Tevrat’a, Kitabı Mukaddes’e ve en nihayetinde Kuran’a göre medeniyetin temeli bu tufandan sonra atılır.

            Nuh Tufanı hikâyesi büyük ölçüde Mezopotamya mitoslarından kaynaklanmaktadır. Ancak Orta Doğu havzasındaki tufan söylencelerinin birbirlerine benzediklerini de belirtmek gerekir. Sümer, Babil söylenceleriyle Eski Ahit arasındaki benzerlik dikkat çekiciyken, Eski Yunan mitoslarında da Zeus’un insanlara öfkelenip dünyayı sular altında bıraktığı bir hikâye mevcuttur.

Sümer Tufan Mitosu
            Ziggurat adı verilen Sümer tapınaklarının bugünkü ibadethane mimarisinde de etkisi bulunmaktadır. Zigguratlar çoğunlukla yükselti yerlere yapılırlardı. Genellikle zannedildiği gibi bunun tek sebebi tanrılara yakın olmak değildi. Kuleli yapılar olan zigguratlar, delta taşkınlarına ve olası bir sel baskınına karşı sığınak işlevi görüyorlardı. Bununla birlikte Sümer tufan efsanesinin de durumda etkisi olduğu söylenebilir, zira Sümer tanrısı da dünyayı insanlara öfkelenerek sular altında bırakmıştır ve bu öfkenin nüksetmeyeceğini kimse garanti edemez. Babil tufan mitosu da büyük ölçüde Sümerlerden kaynaklandığı için bu hikâyenin üzerinde durmak faydalı olacaktır.

            Sümer hikâyesinde Nuh’un yerini Kral Ziusudra almaktadır. Bu efsane Gılgamış Destanı’nda yer almaktadır. Ölümsüzlüğün sırrını arayan Gılgamış, bunun için ölümsüz olan Ziusudra’ya başvurur ve hikâyesini dinler. Ziusudra, Sippar kentinin kralıdır. Tanrıların emirlerini yerine getirmekten hiçbir zaman vazgeçmeyen, soylu bir adamdır. Tufan kararının sebebi bilinmese de, tanrıların insanlardan zaman zaman rahatsız olduğu söylencelerde yer almaktadır. Enki, diğer tanrıların insanlığı yok etme girişiminden hoşlanmaz ve bir şeyler yapma ihtiyacı hissederek tanrıların bu planını Ziusudra’ya anlatır. Tanrıların planlarını insanlara anlatmamaya dair yemin ettiği için, Ziusudra’ya bir tapınağın önünde beklemesini emreder ve içeriye girip kendi kendine konuşarak onun anlatılanları duymasını sağlar.
Ziusudra, Enki’nin kendisine gösterdiği yolla bir gemi inşa edecek, tıpkı Nuh hikâyesinde olduğu gibi hayvanları bu gemiye soylarını devam ettirebilecek bir şekilde dolduracaktır. Dünya 7 gün süren tufan ile sular altında kalır. Ziusudra’nın gemiye doldurduğu canlılar dışında bütün yaratılmışlar yok olur. Ziusudra ise bu olaydan sonra tanrılara kurbanlar sunarak önlerinde eğilir ve onlar tarafından ölümsüzlük ile ödüllendirilir.

Ortadoğu’daki Diğer Tufan Hikâyeleri
            Babil tufan hikâyesi, Sümer mitosunun biraz değiştirilmiş hâlidir. Tanrı Ea, Utnapiştim’e yaşayanların çoğunluğunu koyarak canlı soyunu devam ettirebileceği bir gemi yapmasını emreder. İnsanlık Enlil’in öfkesini çekmiş ve tanrılar dünyayı yok etmeye karar vermiştir. Bu tufan Sümer hikâyesinde olduğu gibi 7 gün sürer ve sadece Utnapiştim’in gemisindekiler hayatta kalarak yaşamı devam ettirirler.

            Yunan söylencesinde ise diğerlerinde olduğu gibi yoldan çıkmış bir ölümlüler ırkı söz konusudur. Ancak Zeus, her şeye rağmen iyi ve erdemli insanlara rastlayacağı ümidiyle ölümlülerin arasına girer ve insan kılığında dolaşmaya başlar. Gördüğü her şey onu dehşete düşürür. İnsanlar bencil, çıkarcı ve yoldan çıkmış varlıklar hâline gelmişlerdir. Ancak umudunu kaybetmez ve Arkadia kralı Lykaon’un sarayına yaklaşır. Zeus, kendisini saraydan kovmak isteyen Lykaon’a kim olduğunu söyler. Lykaon da gece yarısı sarayına gelen bu davetsiz misafirin gerçekten bir ölümsüz olup olmadığını anlamak için kendisini misafir eder ve bir ziyafet hazırlar.
Ancak Zeus, önüne gelen yemekten pek hazzetmeyecektir. Çünkü Arkadialıların insanları öldürüp yemek gibi bir adetleri vardır. Zeus’a ikram edilen tabakta ise bir adamın eli, ayağı ve ciğerleri yer almaktadır. Zeus, masayı devirerek oradan çıkar ve insanların bu küstahlığını onların üzerine denizleri taşıran rüzgârlar göndererek cezalandırır. İnsan ırkı Prometheus’un denizin altına inerek onları ortaya çıkarmasına kadar yok olacaktır.

Mitosun Kökenleri
            İstanbul Boğazı’nın bugünkü hâlini M.Ö.8000 ile 7000 arasında aldığı tahmin edilmektedir. Bu konuda başka teoriler mevcut olsa da, yaygın kanı bu yöndedir. Akdeniz’in suları Marmara’yı basınca, Marmara’nın suyu yükselerek İstanbul üzerinden Karadeniz’e akmaya başlamıştır. Başka bir kanı da Karadeniz’in eskiden bir göl olduğu ve buzulların erimesi sonucu yükselen suların İstanbul üzerinden buraya aktığı yönündedir. Her iki teorinin de doğru olabilmesi için bölgede ciddi bir felâket olması gerekir.

            Öncelikle Ağrı Dağı’nda Nuh’un gemisinin bulunduğuyla ilgili söylentilerin bilim dışı safsatalar olduğunu belirtmek gerek. Ancak bölgede efsanelerde anlatıldığı gibi olmasa da coğrafi bir afetin yaşandığını söylemek mümkün. Dr.Robert Ballard’ın araştırmaları, Karadeniz’in bir tufanla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Ballard’ın 2012 yılında ABC News’te yaptığı bir açıklamaya göre, Buzul Çağı’ndan kalan buzullar M.Ö.5600 yılında erimeye başlamış ve bütün dünyada sel baskınları yaşanmıştır. Bu baskınlar sonucu tatlı su ile dolu olan Karadeniz 300 gün boyunca Akdeniz’in yükselen suyuyla dolmuş, Avrupa ve Asya’da kitlesel hayvan göçleri görülmüştür.
Bazı yerleşim alanlarının da bu afetle birlikte sular altında kalmış olması mümkün. Mezopotamya mitlerinde, Eski Yunan söylencelerinde, İrlanda’dan Hindistan’a kadar yaygın bir havzada anlatılan tufan hikâyelerinin, buzulların erimesiyle yaşanan bu sel baskınlarından kaynaklanıyor olması yüksek bir ihtimaldir.
             
-------------------
*Jeoloji hâkim olduğum bir alan olmadığı için son bölümde bazı hatalar yapmış olabilirim. 


16 Nisan 2015 Perşembe

Tanrıların Arabaları Yolda Kalırken

           

             Bilgiyi yorumlamak esasında onu edinmekten daha önemli bir meseledir. Bunun bütün bilimler ve disiplinler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bilgi ezber hâlini aldığında insanı akıl almaz bir cehaletin, bilim olarak lanse edilen popüler şarlatanlıkların pençesine sürükleyebilir. Özellikle tarih, mitoloji, ilkçağ bilimleri ve prehistorya gibi alanlar bilim şarlatanlarının hedefleri arasındadır. Çünkü bu alanlarda çözülmemiş birçok gizem mevcuttur. Söz konusu şarlatanların kutsal vazifesi ise bizler için büyük resmi tamamlamaktır. Bu astronomiden gündelik politikaya kadar uzanan dallı budaklı bir konu ancak bu yazıda işin mitoloji ile ilgili kısmından bahsetmeye çalışacağım.

            Ortaçağ’da demonoloji adı verilen bir bilim bulunmaktaydı. Bu bilim demon adı verilen doğaüstü yaratıkları ele alıyor, onların sebep olduğuna inanılan hastalıkları inceliyordu. Bunun sadece marjinal bir öğreti olmadığını, Ortaçağ Avrupası’nda birçok eğitim kurumunda ciddi bir disiplin olarak işlendiğini söyleyebiliriz. Demonların çeşitlerini ve onlarla iletişim kurmanın yöntemlerini ciddiyetle ele alan metinlere internet üzerinden dâhi ulaşmak mümkün.[1]
Bir demonoji uzmanına demonlar ile ilgili kanıtlar sorulsaydı, sara krizi geçiren bir hastanın histeri nöbetlerinden ve halüsinasyonlarından bahsederdi. Çünkü o zamanlar bu tür hastalıkların bilimsel açıklamaları mevcut değildi ve ancak doğaüstü güçlerden kaynaklanabileceklerine inanıyorlardı. Bugün dünyayı ziyaret edip bizler için piramitler inşa eden uzaylı dostlarımızdan bahseden kitapların neredeyse yarısının delillerle dolu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu deliller demonların musallat olmasıyla sara krizi geçirdiği düşünülen bir hastanın sanrılarından daha fazla bir şey ifade etmiyor.

            Erich von Daniken’in Tanrıların Arabaları kitabı uzaylılar ve mitolojik kahramanlar arasında garip bir bağlantı kuran metinlerin başında geliyor. Daniken bu kitabında Yunan tanrılarının aslında uzaydan gelen varlıklar olduklarını iddia ediyor. Bu iddiasını da ilkçağ döneminden kalma Yunan vazosunun tasviriyle Maya piramitlerinin duvarındaki bir figür arasında dâhiyane bir benzerlik kurarak yapıyor.
Bu teorilerin mitolojiyle ilgilenmeye başladığım lise yıllarında benim için oldukça cazip olduğunu itiraf etmeliyim. Çünkü birbirleriyle iletişim hâlinde olma imkânı olmayan farklı kültürlerin ritüellerinde benzerlikleri biliyor ve aralarında bir bağlantı kuramıyordum. Erich von Daniken ise bağlantıları benim yerime kurarak beni mitosu yaratan psikoloji üzerine uzun uzun düşürmekten kurtarıyor, parçaları oraya buraya dağılmış büyük resmi benim için bir araya getiriyordu. Zaman içinde bunların birer safsata olduğunun farkına vardım ancak bu yanlış okumanın ve modern batıla inanmanın bana özgü bir durum olduğunu söyleyemeyeceğim.

            Bu komplo teorilerin özellikle 1930lu yıllardan sonra yaygınlaştığını belirtmek gerekir. Isaac Asimov, Arthur C. Clarke gibi usta bilim-kurgu romancılarının yazdığı eserler ve bunun sinemaya yansıması insanların artık inancını yavaş yavaş kaybetmeye başladığı öteki dünyayı evrenin başka yerlerine taşıdı. Bu safsatalar sadece uzaylılar tarafından kaçırıldığını iddia eden birkaç kişiyle sınırlı kalmadı. Bugün neredeyse mitolojik tanrıların yerine konmuş bir uzaylı figürüne rastlayabiliriz. Daniken’in önemli liderlerden Hollywood ünlülerine kadar birçok kişinin uzaydan geldiğini iddia eden teorilerinin bu kadar yankı bulmuş olması ancak akla hayale sığmayan modern bir mitos ile açıklanabilir.
Birkaç basit veriyle yanlışlanabilecek bu teorilerin yayılmasının sebebi de kör bir inançtır. Örneğin amatör veya profesyonel olarak astronomiyle ilgilenen neredeyse hiç kimse UFO’lardan bahsetmezken, gök olayları hakkında bilgisi olmayan binlerce insan, gökyüzünde görülen bir ışığın UFO olduğuna inanmakta ve bunu neredeyse fanatikçe savunmaktadır.

            Bütün bilimler, diğer bilim ve disiplinlerle ilişki içindedir. Ancak insan bilgiyle ilişkisini kendisi belirler ve amaçladığı şeyi alır. Eğer mitolojinin sizi Wilbur Smith romanları gibi kurgulara götürmesini istiyorsanız, Zeus kültünün Mu Kıtası’ndan geldiğine inanabilir, hatta bilim şarlatanları tarafından sunulan komposto kıvamındaki bilgilerle bunu kendinize ispat edebilirsiniz.  Ancak bu çaba okuyucuyu sadece okyanusların ötesinde ne olduğunu bildiği için tanrılarını uzayda arayan afyonlanmış kitlelerin parçası hâline getirecektir.

             





[1] Flickr’daki Internet Archives hesabı Ortaçağ’dan kalma birçok kitaptaki resimleri bu mecraya yüklemiş, demonoloji kitaplarına da bu profilden ulaşılabiliyor. Tarihi kitaplar için iyi bir kaynak.

14 Nisan 2015 Salı

Toprağa Üflenen Ruh




            Çamurdan yaratılış mitosu, semavi dinlerden önce Sümerlerden Yunanlılara kadar bu birçok toplumun efsanelerinde geçen bir söylencedir. Semavi dinlerin yayıldıkları havzadaki birçok inanıştan etkilendiği hatta bazı hikâyelerin Tevrat, İncil ve Kuran’da aktarıldığı bilinmektedir ancak bu durumu tek başına semavi dinlerin kendilerinden önceki inançlardan alıntı yaptığıyla açıklamak mümkün değil.  Çünkü buna benzer hikâyeleri eski Asya mitlerinden Kızılderili inanışlarına kadar görmekteyiz.
Bu mitosu açıklamadan önce insanın yaratılış hikâyelerindeki yerini bilmek elzemdir. Kitabı Mukaddes’teki yaratılış hikâyesi Tanrı’nın evrende yalnız başına otururken bir değişikliğe karar verip ışık olsun [1]demesiyle başlar. Bu ışık esasında insanın ve göksel âlemin özüdür. İslam inancındaki “nur” da bunun gibi bir özdür. Tanrı, insanların bedenini çamurdan yoğurarak ruhlarını bu nurdan üfler ve onları ebedi yaşamlarını belirlemek için sınava tabii tutulacakları ölümlü dünyaya gönderir.
Hıristiyan teolojisi beden ve ruh arasındaki açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi Âdem fiziki dünyanın ilk insanıdır ve İsa aynı görevi Göksel Dünya için üstlenmektedir. Fiziki dünyada yer edinmek için bir anneden doğmuş olmak yeterlidir ancak Tanrı’nın Krallığı’nda –Yehova Şahitleri misyonerleriyle karşılaştıysanız böyle şeyler duymuşsunuzdur- var olabilmek için bu Krallığın ilk ferdi olan İsa’nın yolundan gitmek gerekir.
Kısacası insanı oluşturan ölümlü bir beden ve bu bedene zuhur eden ruhtur. Bu yazımda toprağın yoğrularak bedene dönüşmesini konu alacağım.


Sümer Mitlerinde Çamurdan Yaratılış
            Sümer inançlarına göre insanın yaratılışının sebebi tanrıların kendilerine tapınacak ve hizmet edecek varlıklara ihtiyaç duymalarıdır. Enki ve Enlil başta kendilerine ibadet etmeleri için tahıl tanrıçası Aşnan ile sığır tanrı Lahar’ı yaratmışlardır. Ancak bu tanrılar kendi aralarında bitmek bilmeyen bir kavgaya tutuşarak asıl vazifelerini unuturlar ve Enki bunun üzerine insanı yaratmaya karar verir. Bu görev ise Tanrıça Nammu ile doğum tanrısı Ninmah’a düşecektir. Ninmah ve Nammu, insanı yaratmak için malzeme olarak denizlerin altındaki balçığı kullanırlar. İnsan, şekil olarak tanrılara benzemektedir ancak onların sahip olduğu ölümsüzlüğe sahip değildir. Tanrılar, insanın yaratılışını kutlamak için içkili bir eğlence düzenlerler ve insan sahip olduğu kusurları tanrıların sarhoşluğuna borçludur.

            Birçok Sümerolog, semavi inanışlardaki temel konuların Sümer mitlerinden kaynaklandığını iddia etmektedir. Sümer yaratılış söylencesinin, İbranilerin Babil sürgününden sonra yayılmaya başladığı ve zamanla değişime uğrayarak Eski Ahit’te yer aldığı bu konuda en çok dile getirilen iddialardan biridir.


Topraktan Yaratılışın Yunan Mitolojisindeki Kökeni
            Öncelikle Yunan mitolojisinin temel kaynaklarının Homeros gibi Yunanlı yazarların metinleri olduğunu belirtmek gerekir. Bu kaynaklarda insanın yaratılışıyla ilgili pek fazla mevcut değil. Bunlar daha çok Olympos’taki tanrıların yaratılışını, yaşayışlarını ve kahramanların maceralarını ele almaktadır. Ancak Yunan söylencelerinde insanın yaratılışına dair birçok farklı söylence mevcuttur.

            Plâtoncu anlayışa göre insan toprağın yaratıcılığı sayesinde var olmuştur. Platon’un teorisinde topraktan doğmuş ve formunu kendi kendine dönüşümler geçirerek bulmuştur. Gegeneis adı verilen bu söylencede bir evrim söz konusu. İlk insanlar, topraktan çıkan meşe ve taş arası bir varlıktan doğmuşlar, çeşitli değişimler geçirerek bugünkü hâllerini almışlardır. Hesiodos ise eserlerinde insanın yine topraktan var olduğunu ancak formunu maharetli bir çömlek ustasının ellerinde bulduğunu anlatır. Bu inanışın Yunan söylencelerinde daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanları şekillendirmeyi akıl eden ilk çömlek ustası Hephaistos’tur ancak onun yerini zamanla Prometheus almıştır. Hatta Prometheus’un insanı çamurdan yoğurarak yaratması onun büyük bedeller ödemesine sebep olmuştur. Yarattığı bu kusurlu varlığı soğuklardan koruyabilmek için tanrıların ateşini çalan Prometheus, bu cüretinin bedelini ciğerlerini her gün kartalların kemireceği Kafkas Dağları’na zincirlenerek ödemiştir.

Diğer Toplumlardaki Hikâyeler
            Türk söylencelerinde de insanın topraktan yaratıldığını görmek mümkündür. Türkler, yeryüzü yaratılmadan önce her yerde sonsuz bucaksız bir okyanus olduğuna inanırlardı. Ancak insanın hammaddesi toprak olarak bilinmektedir. Kayra Han, emrindeki bir varlık olan Kişi’ye toprağın dibindeki balçığı çıkartmasını ve bunu şekillendirerek insanı yaratmasını emreder. Kişi, Kayra Han’dan toprak sakladığı için ilk günahı işleyecek ve insanların sınanmasının bir parçası olacaktır. Erlik Han, İslam öncesi Türk inanışlarında şeytan figürü olarak bilinmektedir ve bu Kişi’nin Kayra Han tarafından lanetlendikten sonra aldığı isimdir.
Eski İran söylencelerinde de insanların çamurdan yaratıldığıyla ilgili hikâyelere rastlamak mümkündür. Hatta Farsçada Kil-Şah diye bir kelime bulunmaktadır ve bu tabir “insan, yaratılmış” gibi anlamlara gelmektedir.

            Çamurdan yaratılış hikâyelerinde toprak ana figürünün önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü toprak her zaman anne ile özdeşleşmiştir ve toprağın üretkenliği ile bir annenin doğurganlığı arasında benzerlik kurulmuştur.[2] Kaldı ki gerek Türk gerekse Yunan söylencelerinde bu durumu açıkça görmek mümkün.

            Bununla birlikte toprak işçiliği de söylencelerde etkili olmuştur. Sümerlerin toprak işçiliğinde gelişmiş oldukları bilinmektedir. Hatta bugün onlardan kalan eşyaların ve tabletlerin birçoğu kilden elde edilmiş materyallerdir. Aynı durum Hititler gibi ilkçağ uygarlıklarında ve Yunanlılarda da geçerlidir. Öyle ki Yunanlılar insanın toprağı işleme zanaatını tanrılardan öğrendiklerine inanmışlardır. Toprağı ustaca işleyen bu uygarlıklar, insanın da böyle bir zanaat sonucunda ortaya çıktıklarına inanmışlardır. Semavi dinlerde kendine yer bulmasıyla bugün dâhi etkisini yitirmemiş olan topraktan yaratılış inancının birçok farklı kültürde benzer bir şekilde zuhur etmesini insanın toprağa yüklediği anlamlar ve ondan faydalanış biçimiyle açıklamak mümkün.




[1] Konuyla alâkası yok ama Latin dillerinde Tanrı Deus, Dieu gibi isimlerle anılır. Hintçede ise Diva demektir ve bu kelimelerin hepsi ışık kökünden gelir. Bunu başka bir yazıda ele alabilirim.
[2] Bu meseleyi daha önceki bir yazımda ele almıştım: http://gizemvesoylence.blogspot.com.tr/2015/03/yeryuzunun-comert-ruhu-toprak-ana.html