19 Ocak 2016 Salı

Engizisyonun Doğum Sancıları



Kısa bir not: Bu yazıyı yazmamın sebebi barış bildirisine imza atan 1100 akademisyenin bir yandan devlet tarafından yaptırıma uğrarken diğer yandan toplumun önemli bir kısmının nefret objesi hâline gelmiş olmasıdır. Ülkenin yarısı "çocuklar ölmesin" diyen akademisyenlerin kanıyla duş alma fantezileri kurarken Ortaçağ karanlığının nasıl bir ortamda doğduğunu hatırlamakta fayda var.

Bruno neden Antik Yunan filozoflarının kendisinden yüzlerce yıl önce sezinlediği ve özgürce ifade ettiği bilgiyi savunmanın bedelini hayatıyla ödedi? Bu sorunun engizisyona ilham veren skolastik düşünceyi ve Ortaçağ Avrupa’sının ruhunu anlamak için önemli olduğunu düşünüyorum. Roma’nın çöküşü ile 1000 yılı arasındaki zaman ciddi bir kırılma noktasıydı. Bu yazıda karanlık çağların yükselişini söz konusu yılların panoraması üzerinden yorumlamaya çalışacağım.

400lü yıllara gelindiğinde görkemli Roma imparatorluğundan pek bir şey kalmamıştı. Gelişmiş Roma sanatının örnekleri olan heykeller barbar çocuklarının oyuncakları hâline gelmişti. Kentteki birçok kişi barbarlar gibi giyiniyor, eli iş tutan herkes barbarların tarafına geçiyordu. Roma, İsrail’den Britanya’ya kadar kurduğu egemenliğini çoktan kaybetmiş ve bir zamanlar köle yaptığı, barbar diyerek küçümsediği halklar imparatorluğun sonunu getirmişti. Gotların Büyük Teodorik adını verdikleri kralları Roma’nın hâkimi olmuş ve imparator Augustus’un adını alarak hükmetmeye başlamıştı. Roma’nın soyluları tek kelime yazmayı bilmeyen ve imza bile atamayan bu adamın emrindeydi ve bütün zamanları onu yüceltmekle geçiyordu.
Bu danışmanlardan biri, Vivarium Manastırı’nın kurucusu olan Kasiodor’du. Kasiodor, yıllarca Teodorik’e hizmet ettikten sonra, VI.yüzyılın ikinci yarısında Güney İtalya’da yaşam evi anlamına gelen Vivarium’u açtı. Kasiodor’un burayı açmasının sebebi Roma’nın mirasını yaşatabilmekti. Manastırda öğrenciler gramer, müzik, astronomi gibi birçok bilimi öğreniyor, eski Yunan ve Roma metinlerini okuyup yorumluyorlardı.
Kasiodor, 100 yaşında öldü ve o öldüğünde İtalya’nın her yerinde sayısız manastır açılmıştı. Ancak piskoposlar Vivarium manastırına pek iyi bir gözle bakmıyorlardı. Çünkü dünya ilimleriyle uğraşmak batıl olarak görülmekteydi. Laik denilebilecek bir eğitim metoduna sahip olan bu manastır 630lu yıllara kadar açık kaldı. Ancak rahipler Kasiodor’un uğraştığı işlere günah gözüyle bakıyorlardı ve Vivarium eğitim verdiği süre boyunca din adamlarının baskısı altındaydı.

Geç Antikçağ ile Ortaçağ arasındaki dönemde bilim ve felsefe tanımlarının değiştiğini görüyoruz. Vivarium Manastırı örneğinde olduğu gibi, dünyevi ilimler din adamları tarafından küçümseniyor ve bilim yalnızca ilahiyata hizmet etmesi gereken bir disiplin olarak tanımlanıyordu. İnsan aklının nihai amacı Tanrı’nın yaratılarına şükretmek ve ona hizmet etmek olabilirdi. Felsefe de farklı bir durumda sayılmazdı. Filozof unvanı Tanrı ve kilise yolunda şehit düşen kişilere, azizlere ve keşişlere veriliyordu. Akıl ancak nihai bir kabullenişten sonra işlev kazanabilir ve tek görevi bu kabullenişi temellendirmek olabilirdi.
Hristiyan din adamları bu dönemde aklı ve beşeri ilimleri açık açık küçümsemeye başlamışlardı. Augustinus’un İtiraflar eseri Ortaçağ düşüncesine yön veren metinler arasındadır. Bu metinde aklın ancak ruhaniyet ile bir bütün oluşturabileceği, dünyevi şeylere odaklanan aklın insanı yoldan çıkartacağı anlatılır. Tanrısal bilinçten münezzeh dünyevi akıl ve zevk insanı sapkınlaştırır. Öyle ki İtiraflar’da Augustinus’un müzikten zevk aldığı, ilahilerde sözleri unutup müziğin ritmine kapıldığı için tövbe ettiği bir bölüm de bulunuyor.
Aziz Kozma’nın “Bilgiden kibir doğar ve kibir günahtır” sözleri de kilisenin dünyevi bilgiye nasıl baktığını kanıtlar niteliktedir. Katolik düşüncesinin önemli isimlerinden biri olan Kozma, bildiklerini kendi aklıyla değil Tanrı’nın kitabı yoluyla öğrendiğini ve bilgi edinmek için tek geçerli metodun bu olduğunu söyler.

Bu düşünce tarzının yaptırımları da elbette gecikmedi. Vivarium Manastırı’nın açıldığı tarihlerde birçok Yunan filozofunun ve bilim insanının yetişmesini sağlayan Atina akademisi kapanıyordu. Doğru Roma İmparatoru Jüstinyanus, Atina Akademisi’ni kapattıktan sonra buradaki filozofları ülkeden sürdü. İskenderiyeli Hypatia’nın kaderiyse buradaki bilim insanlarından daha kötü olacaktı. Matematik ve astronomi gibi dünyevi bilimlerle uğraşmanın bedelini paramparça edilip öldürülerek ödedi.

Ortaçağ Avrupa felsefesinin böyle bir ortamda yükseldiğini söyleyebiliriz. Platon, Aristotales gibi eski Yunan düşünürlerinin eserleri hâlâ değer görse de, engizisyona ilham veren ve kilisenin bütün öğretilerini sorgulanmaz hâle getiren akla ve dünyevi bilgiye karşı duyulan bu küçümsemeydi. Doğruyu anlamanın yolu dünyayı araştırmaktan ve maddeyi incelemekten değil kutsala biat etmekten geçiyordu. Birtakım zümrelerin bu kutsalın anahtarını ele geçirmeleri de elbette kaçınılmazdı.


Sonuç olarak Eski Yunan filozoflarının eserlerinde dünyanın yuvarlak olduğundan bahsedilirken hatta paralel ve meridyen ölçüleri Plinius’un kitaplarında neredeyse hatasız bir şekilde tespit edilmişken yüzyıllar sonra bu bilginin tehlikeli hâle gelmesi ancak aklın küçümsenip biat ile sınırlandırılması ve koşulsuz bir itaate hizmete mahkûm kılınmasıyla mümkün olabilirdi. Kendi gözlerine ve duyularına kiliseden daha çok inanan herkesin büyük bedeller ödemek zorunda kaldığı “Ortaçağ karanlığı” böyle doğdu ve yükseldi.  

Kaynaklar:
M.İlin – E.Segal – İnsan Nasıl İnsan Oldu
Umberto Eco – Ortaçağ
Edvard Gibbon – Roma İmparatorluğunun Çöküşü ve Dağılışı

Görsel: Louis Figuler – Filozof Hypatia’nın Ölümü 

17 Ocak 2016 Pazar

Asparagas Tarih ve Kızılderililer


Kızılderililerin Türk olduğu sabah saatlerinde bir parodi haber sitesi tarafından ispatlandı. Kirpice’de yer alan ve çeşitli sitelerde yayınlanarak sosyal medyada dolaşıma giren habere göre ismi kendinden menkul Francis Smiley ve ekibinin yaptığı araştırmalar Kızılderililerin Türk olduğunu ortaya koydu. Smiley ve ekibinin üzerinde çalıştığı yazıtlarda “At, avrat, silah” anlamına gelen bir sözcük bulunuyor ve bu üçlemenin Kızılderililerin hayatlarında önemli bir yere sahip olduğu anlaşılıyor. Söz konusu bulgular ışığında Kızılderililerin Türk olmakla birlikte Cem Karaca hayranı olduklarını anlıyoruz.
Çerokilerden Azteklere kadar bütün Amerikan yerlilerinin Türk olduğu –Karayip yerlileri hariç, nedense onları hiç kimse sahiplenmiyor- belirli periyotlarla kesin olarak ispatlanıyor. Söz konusu parodinin ustaca hazırlandığını söylemek mümkün. Ancak Kızılderililerin Türk kökenleriyle ilgili söylentiler ne yazık ki bir parodi haber sitesinin asparagasından ibaret değil. Üstelik bu tez Türkiye’de en popüler tarihi çarpıtmalar arasında yer alıyor.

Amerikan Yerlilerinin Kökeni
Amerika kıtasındaki yerleşimlerin 40 000 yıl öncesine kadar dayandığı biliniyor. Bu konuda birçok teori mevcut, örneğin 20.yüzyılda bazı bilim insanları Kızılderililerin Okyanusya adalarından göç eden yerleşimcilerin torunları olduğunu düşünüyorlardı. Ancak Doğu ve Güneydoğu Asya kökenli insanların bir zamanlar Bering Denizi üzerinde bulunan ve Asya ile Amerika kıtalarını bağlayan kara parçası üzerinden göç etmiş olmaları en gerçekçi teori gibi görünüyor.
Amerika kıtasındaki tarih öncesi yaşamın birçok gizemli noktası bulunuyor. Kennewick insanı da bunlardan biri. 1996 yılında Columbia Nehri kıyısında bulunan Kennewick adamının kökeni hakkında birçok tartışma mevcut. Kendisinin beyaz ırktan olduğu ve buradaki yerli halklarla hiçbir bağlantısının olmadığı tahmin ediliyor. Dolayısıyla tarihöncesi Amerika’da Kızılderililerin ve Eskimoların ataları dışında toplulukların yaşamış olması da mümkün.
Ancak Kızılderililerin Türk olduğu miti Okyanusya’dan gelen yerleşimcilerin torunları olduğuyla ilgili teoriden daha eğreti duruyor.

Türkler ve Kızılderililer
Türklerin tarih sahnesine çıkışı Kızılderililerin atalarının Amerika’da varlık gösterdiği dönemlerden –doğal olarak- çok sonra olmuştur. Nitekim Türk adını kullanan ilk topluluğun Altaylarda yaşayan demirci bir halk olduğu biliniyor. Bununla birlikte Çin kayıtları göz önüne alındığında Türkçe konuşan en eski kavim Kırgızlardır. Arkeolojik bulgular da Çin kaynaklarını ve Arap tarihçi Gerdizi’nin söylediklerini doğruluyor. Bölgede Türkçe konuşan ancak köken olarak Hint-Avrupalı olan topluluklar mevcut. Japon, Aborjin ya da Afrikalı gibi bir Türk tipolojisinden bahsetmek oldukça zor.
Bugün Proto-Türk olarak anılan toplulukların belirgin antropolojik özelliklere sahip oldukları tahmin ediliyor. Ancak bu toplulukların tarihi, Kızılderililerin atalarının Amerika kıtasına yerleştiği dönemlerden sonraki zamanlara uzanıyor.
Kaldı ki, Asya’dan Amerika kıtasına yapıla göçlerin önemli bir kısmı Buzul Çağı’nda yapıldı ve bu dönemde “Türk” adı verilebilecek bir topluluktan veya herhangi başka bir ulustan bahsetmek mümkün değildi.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, Kızılderililerin bugün Beringia adı verilen kara parçası üzerinden geçen Asyalıların torunları olma ihtimalleri yüksek. Ancak kökenlerini Türkler, Moğollar veya herhangi başka bir ulusa dayandırmak gerçekdışı bir tez olur.

Türk Tarih Tezi ve Kızılderili Mitosu
Kızılderililer ve Türkler arasındaki ilişkiye dair tezler genellikle Güneş Dil Teorisi’ne ve cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılan Türk tarih tezlerine dayanır. Bu tezlerin genel amacı Avrupa merkezli tarih söylemlerini tersine çevirmek, Türklerin Avrosentrik tarih yazımında iddia edildiği gibi medeniyetsiz ve barbar bir topluluk olmadığını aksine insanlık tarihinin en kadim halklarından biri olduğunu ve birçok topluluğun Türk kökenli olduğunu ispat edebilmektir.
Kızılderililerin Türk kökenli olduklarına ilişkin tezlerin temel dayanağı Kızılderili dilleri ve Türkçe arasında bulunan bazı benzerliklerdir. Fransız dilbilimci Georges Dumezil de bazı yerli dilleriyle Türkçe arasında büyük benzerlikler olduğunu söyler. Ancak bu benzerlikler iki halk arasında ilişki kurmak için yeterli değil.

Dil meselesinden gitmek gerekirse “baba” kelimesi birçok dilde benzer bir yapıdadır. Baba, apa, pa, tad, ata, appa gibi birçok farklı dildeki benzer sözcük bu anlamı taşıyor. Bunun sebebi Endonezyalıların, Nijeryalıların ve Norveçlilerin akraba kavimler olmaları değil. Baba sözcüğü bütün dillerde bebeklerin babalarını gördüğünde çıkardıkları seslerden türemiştir. Aynı şekilde “Hey” gibi ünlemlerin de birçok toplulukta benzer seslere sahip olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bu tür kelime benzerliklerinden yola çıkarak herhangi iki halkı akraba ilan etmek hatalı bir yaklaşım olacaktır.

Din de Kızılderililer ve Türkler arasında kurulan bağlantıda önemli bir yer taşıyor. Kızılderililerin ve Türklerin geleneksel dinlerinin Şamanizm olması iki topluluk arasındaki bir akrabalık ilişkisine yorumlanıyor. Ancak Asya Şamanizmi’yle Kızılderili inanışları arasında ciddi farklar mevcut.[1] Doğayla iç içe yaşayan toplumların ritüellerinde benzerliklerin olması normaldir. Fakat ateşin etrafında davul çalarak dans etme gibi ritüellerden bir akrabalık bağı kurulacaksa, Afrika yerlilerinin Kızılderililerle ve onların da Druidlerle akraba topluluklar olduğunu öne sürmek gerekecektir.
Sonuç olarak, Kızılderililerin Türk asıllı olduğuyla ilgili tezler, Mayaların ve Sümerlerin aynı kültür havzasından geldiğini öne süren gerçekdışı ve bütün amacı ulus yaratımının meşruiyeti olan bir tarih yorumuna dayanıyor. Evrimsel süreç ve yaşam tarzlarındaki benzerlikler toplulukların dillerinde ve inanışlarında ortak ya da benzer özelliklerin görülmesine sebep olabilir. Ancak bunlar herhangi iki topluluğu akraba ilân etmek için yetersiz delillerdir. 




[1] Şamanizm tanımlamasının da ciddi bir literatür hatası olduğunu belirtmek gerekiyor. Şaman, doğrudan Tanrı’yla iletişim kuran bir konumda değildir ve ruhbanlık görevi yoktur. Şaman, şifacı, kâhin gibi özellikler taşır. Dolayısıyla herhangi bir toplumun Şamanizm dinine mensup olması düşünülemez. Böyle bir tanım yapınca Moğolların Haiti yerlileriyle aynı dinden olduğunu düşünmemiz gerekir.

6 Eylül 2015 Pazar

Şeytan İmgesinin Kısa Tarihi



            Al Pacino’nun başrolünü oynadığı Şeytan’ın Avukatı, defalarca izlediğim nadir filmlerden biri. Pacino, John Milton isimli bir sıra dışı bir avukat kılığında görünen “Şeytan”ı oynuyor. Film, Şeytan’ı karizmatik bir karakter olarak gösterdiği için dindar çevreler tarafından eleştiriler aldı. Bunun anlaşılabilir bir şey olduğunu söyleyebiliriz çünkü Şeytan’ı mutlak kötülüğün imgesi olarak biliyoruz. Ancak semavi metinlerde kötü, kibirli ve aşağılık bir varlık olarak tasvir edilen, Ortaçağ’da vebanın ve salgın hastalıkların kökeni olarak bilinen Şeytan’ın bir fenomene dönüşmesi üzerinde durulması gereken bir konu.
Pacino’nun oynadığı karaktere adını veren John Milton’ın kaleme aldığı Kayıp Cennet (Paradise Lost) ve Goethe’nin bir Avrupa söylencesinden yararlanarak yazdığı Faust bir konuda örnek gösterilecek temel edebi metinler olarak kabul edilebilir. Şeytan’ın yoldaşlarıyla birlikte Tanrı’ya karşı direnen bir özgürlük savaşçısı olana kadar birçok aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz.

Yeryüzündeki Yasak Elma
            Dünyevi yaşamın ve zevklerin Şeytan ile özdeşleştirilmesi bütün semavi öğretilerde mevcut. Bu fikir bazı Hıristiyan öğretilerinde kapsamlı bir şekilde yer alıyor. Cizvitler, maddenin ve Dünya’nın tamamen Şeytan’a ait olduğuna inanırlar. Gökler âlemi Tanrı’nın, yeryüzü ise Şeytan’ın kontrolündedir ve buraya ait bütün zevklerin kaynağı o’dur. Bu anlayışın diğer Hıristiyan öğretilerinde ve semavi inanışlarda da aynı olduğunu biliyoruz. Çünkü ölümlü ve dünyevi yaşam Âdem ile Havva’nın yasak elmayı yemesiyle başlıyor. İnsanlık tarihi Cennet’te başladığı hâlde Âdem’in soyundan gelenlerin dünyevi hayatlarını burada olmayı hak edecek biçimde yaşamaları gerekiyor.

            Reform hareketlerinin Şeytan imgesine farklı bir yorum kattığını da görmekteyiz. Protestanlık düşüncesinin temelinde “sola scriptura” ilkesi yatar. Bu tabir Latince’de “yazıldığı gibi” benzeri bir anlam ifade eder ve dinin ancak İncil’deki metne göre yorumlanabileceğini belirtir. Kaldı ki Luther’in amacı reformize edilmiş bir din yaratmak değil, kendi düşüncesiyle İncil’i ve dini ruhban sınıfının tahakkümünden kurtarmaktı. Bu durumda Şeytan imgesinin olduğu gibi kabul edildiğini görmek mümkün.
Ancak Luther, Calvin gibi din adamlarının Şeytan’a ve cehenneme getirdikleri farklı bir yorum vardı. Bu düşünceye göre Tanrı, evrenin mutlak sahibidir ve var olan her şey onun bilgisi, kontrolü dâhilindedir. Şeytan, insanoğluna Tanrı tarafından sunulan düzenin parçasıdır. İnsan Tanrısından uzaklaştığında Şeytan’ın alanına girecek ve üzerindeki bütün gazaplar Tanrı tarafından onaylanacaktır. Bu durumda Şeytan’ın mutlak kötü bir karakterden var olan dengenin doğal bir parçasına dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Şeytan’ın Etkisini Yitirmesi
            Avrupa’da ve Amerika’daki kolonilerde cadılara duyulan inanç Şeytan’ın popülerliğini uzun süre korumasını sağladı. Hastalıklar, salgınlar, tarlalardaki verimsizlik, doğal felâketler ve diğer olumsuzluklar Şeytan ile anlaşmaya yaptığına inanılan ve çoğu kadın olan kişilere bağlanıyordu. Paganların, Heretiklerin hatta Katharlar, Bogomiller gibi Hıristiyan toplulukların Şeytan ile ilişkilendirilmiş olduğunu biliyoruz. Bu durum 1600lü yılların sonlarına kadar kendini göstermeye devam etti. Cadı olduğuna inanılan kişiler mahkemelerde yargılanıyor ve şeytan ile anlaşma yaptıkları ispat edilirse –sara krizi geçiren birinin gördüğü kâbuslar bile kanıt olabilirdi- halka açık bir yerde yakılmak da dâhil olmak üzere çeşitli yollardan infaz ediliyorlardı.

            Pozitivist ve materyalist dünya görüşlerinin yaygınlaşması, cadılara olan kör inancın etkisini yitirmeye başlaması Şeytan figürünün popülaritesini epey düşürdü. Zira artık kötülük olgusu farklı bir şekilde ele alınıyordu. Voltaire’in deizmini buna örnek gösterebiliriz. Deizm düşüncesinin önde gelen isimlerinden biri olan V0ltaire, bir Tanrı’nın varlığına inanıyor ancak “kötülük” meftumunun insanın doğasından kaynaklandığını düşünüyordu. Kötülük, insan doğasının bir parçası olarak görülüyor, hatta Rousseau gibi bazı filozoflar toplum sözleşmesinin temel amaçlarından birinin insanların doğalarında bulunan kötülüğü uygulamalarını engelleyerek adil bir düzen kurmak olduğunu söylüyorlardı. Kötülüğün insanileşmesi ise Şeytan’ı saf dışı bırakıyordu.

“Mephistopheles”in Romantik ve Özgürlükçü Olarak Yükselişi
            Fransız İhtilali yaklaşırken, din yalnızca reddedilen değil nefret duyulan bir olgu hâline gelmişti. Bunun temel sebebi kralların, senyörlerin ve sermaye sahiplerinin dini kullanışlı bir araç olarak görmeleri ve özgürlük fikrine kapılan kişileri Şeytan ile özdeşleştiriyor olmalarıydı. Marquis de Sade’ın eserlerinde bunu fazlasıyla görebiliriz. Tanrıya Karşı Söylev kitabında dine ve din adamlarına karşı yoğun bir öfke vardır ve Sade bu öfkeyi doğrudan onların ardına sığındığı Tanrı’ya yansıtmış, ona meydan okumuştur. Din doğası gereği egemen sınıfın aracı hâlini alınca şeytan ile özdeşleştirilen kişilerin onu bir sembol hâline getirmeleri anlaşılabilir.

            Anarşist şair-müzisyen Léo Ferré’nin dizelerinde Bastille’in alınışı için Şeytan’a teşekkür etmesi boşuna değil. Kilise ve kralcılar, dönemin entelektüellerini, devrimcilerini ve kendi otoritesine karşı çıkan liberal Protestanları Şeytan ile işbirliği yapmak ile suçluyorlardı. Ancak Şeytan kişiliğini kaybetmiş ve kiliseye tepkili olanların simgesi hâline gelmişti. Öyle ki idealist filozof Soren Kierkegaard bile kötülüğün insandan kaynaklandığını ve Şeytan’ın artık tamamen gereksiz bir figür olduğunu belirtiyordu.

            Şeytan’ın romantik bir karakter olarak tasvir edilişine 18 ve 19.yüzyıllarda yazılan birçok eserde rastlayabiliriz. William Blake’ten Lord Byron’a kadar birçok şair/yazar eserlerinde Şeytan’ı insani, romantik bir karakter olarak yansıtmıştır. Ancak belirtildiği gibi bu figürü ele alan iki spesifik eser üzerinde durmak gerekiyor.

Kayıp Cennet ve Faust’ta Şeytan
            Milton’un Şeytan’ı, 18 ve 19.yüzyılda kiliseye ve dine tepkili olan entelektüeller, romantikler tarafından benimsenmiş bir figür. Kayıp Cennet, Şeytan’ı ilkeli ve romantik bir özgürlük savaşçısı olarak tasvir ediyor. Ancak Milton’ın bu eseri yazarken Şeytan’ı yüceltmek ve onu romantize etmek gibi bir amacı yoktu. John Milton koyu bir Hristiyandı ve Paradise Lost’u yazarken temel amacı ilk günahın özgür düşünceden çıktığını anlatmaktı. Tanrı’ya karşı mutlak bir itaatin gerekliliğine inanan Milton, Şeytan’ı romantize etmekten çok özgür düşünceyi şeytanileştirmek peşindeydi.

            Bilindiği gibi, Kayıp Cennet Şeytan’ın cennetten kovulmasını anlatıyor. Şeytan, yoldaşlarıyla bir araya gelerek kendisinden Âdem’in önünde secde etmesini isteyen Tanrı’ya karşı bir mücadele veriyor. Bu cüretini ise yoldaşlarıyla birlikte cehenneme hapsedilerek ve kötülüğün kaynağı hâline gelerek ödüyor. Milton’ın Paradise Lost’u tarihlerde seküler/materyalist düşünceler hızla yayılıyordu. Dolayısıyla dinin toplum üzerindeki etkisi de yavaş yavaş azalmaktaydı. Şeytan ile özgür düşünce arasındaki ilişkiyi ve Milton’ın bunu eserinde yansıtmasını buradan anlamak mümkün.

            Goethe’nin Faust eseri eski bir Avrupa söylencesine dayanıyor. Faust, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasındaki döneme tarihlenen bir söylence. Dr.Faust, felsefe, tıp, doğa bilimleri alanında araştırmalar yapan ve akademik dereceler alan bir öğretmendir ve sahip oldukları ona asla yetmeyecektir. Bir insanın ulaşabileceği en son sınırlara ulaşmasına rağmen sahip olduğu bilgi kendisine yetmez ve büyük bir bunalıma düşer. Bu bunalımdan kurtulmak için tek çaresi de Şeytan’a ruhunu satmaktır. Şeytan, yaptığı anlaşma karşılığında Faust’u içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtaracak, ona gençliğini ve hayatının aşkını verecektir ancak tüm bunlar elinde sonunda Faust’u bir felâkete sürükler.

            Faust ve Paradise Lost, Şeytan’ın neden romantik bir karakter hâline getirildiğini anlamak için oldukça önemli. Zira iki eserde de şeytan akıl, bilgi ve özgür düşünce ile özdeşleştiriliyor. Paradise Lost’ta özgür düşünce şeytani bir icat ve ilk günahın kaynağı olarak gösterilirken Dr.Faust’un bilgiye olan tutkusu yüzünden Şeytan’ın ağına düştüğüne inanılıyor. İki kurgunun da dinin tartışmalı hâle geldiği zamanlara tarihlendiğini düşününce imgedeki değişimin kökenlerini anlamak mümkün.

Kaynakça:
1.       *  Jeffrey Burton Russell, Mephistopheles Modern Dünyada Şeytan, Kabalcı Yayınları, Çeviren: Nuri Plümer, 1999 İstanbul
2.       * Gerard Massadie, Şeytan’ın Genel Tarihi, Çeviren: Işık Ergüden, Kabalcı Yayınları, 1998 İstanbul

3.        *John Milton, Kayıp Cennet, Çeviren: Enver Günsel, Pegasus Yayınları, 2007 İstanbul

4 Haziran 2015 Perşembe

Türk Mitolojisi III: Gökyüzünün Dengesi ve Gün Döngüsü

            

           

Tengri sözcüğünün gökyüzü kökeninden geldiğinden bahsetmiştik. Tabiattaki her nesne gibi göğün de bir ruhu vardır ve bu ruh evrenin mutlak sahibi ve yöneticisi olan Tengri’dir. Yaşamın kıvılcımları gökte atılmıştır ve bütün kâinatın merkezi olan Tengri’nin sarayı gökyüzündedir.
Önceki yazıda gökyüzünün Türk kozmolojisindeki yerinden –konunun hatlarını çizebilmek için- bahsetmiştim. Gök olayları birçok inanışta olduğu gibi Türk mitolojisinde belirleyici bir yere sahiptir. Bu yazıda yaşamın ve evrenin kaynağı olarak tahayyül edilen gökyüzünden daha geniş bir şekilde bahsetmeye çalışacağım.


Gökyüzü ve Uzay Arasındaki İlişki
            Emel Esin Türk Kozmolojisine Giriş kitabında dünyanın bir öküzün veya boynuzlu bir hayvanın boynuzunda olduğuna dair inancın Türklerde de yaygın olduğunu söyler. Zira Anadolu’da özellikle Erzincan çevresinde bu tür bir inancın var olduğu bilinmektedir. Bu inanç Türkler’in gökkubbeyi sonsuz bir yer olarak görmediklerini kanıtlamaktadır. Gökkubbenin ötesinde kalıg adı verilen bir hava boşluğu vardır ve dünya bu boşlukta yer almaktadır.
Yıldızların, Ay’ın ve güneşin yer aldığı gökkubbe, dünyanın çatısı olarak sembolize edilir. Tanrı’nın göklerin hâkimi olarak adlandırılmasının sebebi budur. Kalıg kavramının uzay kelimesine karşılık geldiği söylenebilir, zira insanların ve tanrıların içinde yaşadıkları âlem bu hava boşluğu içinde yer almaktadır.
Eski Türk dilinde üzeliksiz diye bir kelime bulunmaktadır. Bu kelime sonu, üstü, üstünü olmayan gibi anlamlara gelmektedir. Orta Asya’daki toplulukların lisanında hâlâ var olan bu kelime kozmosu tasvir ederken kullanılmaktadır. Bu tanım kozmosu tanımlarken kullanılmaktadır, göğün katlarının ötesinde üzeliksiz bir âlem mevcuttur.


Gökyüzündeki Dengenin Temel Unsurları
            Türklerin çadırlarını belli bir nizama göre dizayn etmeleri sebepsiz değildir. Zira gökyüzünde de tıpkı çadır gibi bir denge olduğuna ve gökkubbeyi bu dengenin sağlam tuttuğuna inanırlardı. Gök cisimlerinin hareketleri, gün ve gece döngüsü, hepsi gökkubede gerçekleşen bu dengeye bağlıdır. Zira yaşamın kendisi de gökteki hareketin bir yansımasıdır ve bunun etkileri sosyal yaşamda, devlet yönetiminde fazlasıyla görülebilir.


*Göğün Direği ve Çift Başlı Kartal
            Bugün Tatar köylerinde üzerinde kuş figürü olan direkler olduğu bilinmektedir. Bu direkler Tatarlar tarafından dünya direği olarak adlandırılır. Bu söylence Proto-Türk toplumlarına kadar dayanan bir inanıştan kaynaklanmaktadır. Zira Türkler gökkubbenin bir direk üzerine kurulu olduğuna inanırlardı ve bu direğe konmuş olan kartalın dengede önemli bir yeri vardı. Bu zaman zaman tahta veya demir bir kazık, zaman zaman ise hayat ağacı denilen bir ağaç olarak tasvir edilmiştir. Bir çadırın kubbesi nasıl bir direğin üstünde duruyorsa gökkubbe de bu şekilde dengede durmaktadır. Göğün direğinin çökmesi ise kıyamet anlamına gelmektedir.

Sibirya ve Yakut Türkleri’nde Tengri’nin sarayı olarak bilinen kutup yıldızı zaman zaman Altın-kazık ve Demir-kazık olarak adlandırılmaktadır. Büyükayı yıldızının yedi yıldızı ise bu demir direğe bağlanmış yedi köpek olarak tasvir edilir. Daha kuzey bölgelerde ise bu köpeklerin yerini geyikler veya atlar alabilmektedir ancak kutup yıldızın gökyüzündeki dengenin bağlı olduğu temel ögedir.
Ancak Yakut, Çuvaş ve Oğuz inanışlarında göğün direği olan kutup yıldızı yeryüzünden yükselen bir yaşam ağacına bağlıdır. Şamanların ruhanî yolculuklarını bu ağaca tırmanarak yaptıklarına, gökler âlemine bu şekilde ulaştıklarına inanırlar. Yaşam ağacı göğün çeşitli katları boyunca yükselerek kutup yıldızıyla birleşmektedir. Bununla birlikte bugün dâhi görülen ağaca çaput bağlama ritüelinin temelinde de bu inanç yatmaktadır. Çünkü yaşam ağacı çoğunlukla bir kayın ağacı olarak tasvir edilir ve dünyadaki kayın ağaçları yeryüzüyle gökyüzü arasındaki dengeyi sağlayan bu ağacın yansıması olarak görülür.

            Yaşam ağacının tepesinde ise bir kartal bulunmaktadır. Tatar köylerinde dünya direği adı verilen, üzerinde kuş figürleri bulunan direkler olduğu bilinmektedir. Bu inanç ise Proto-Türk dönemlerine kadar uzanan Öksökö inancına dayanmaktadır.
Öksökö, altından kanatları olan çift başlı bir kartaldır. Bir pençesiyle güneşi, ötekiyle ayı kapatmaktadır. Gece ve gündüz döngüsü onun kontrolündedir, güneşi kapattığında gece, ayı kapattığında ise gündüz olmaktadır. Yer ile göğün tam ortasında bulunan Öksökö Yakutlar tarafından Gökkuş olarak adlandırmakta ve çeşitli Türk boylarında Gök Kartalı olarak bilinmektedir.
Bugün kullanılan devlet kuşu deyimi de bu inanıştan gelmektedir. Zira eski Türk devletlerinde egemenliğin göklerden geldiğine inanılırdı dolayısıyla Öksökö bir devlet yönetimi sembolü olarak kullanılmaktaydı.
Bu figürün Mezopotamya etkisiyle oluşmuş olması mümkün. Zira çift başlı kartal figürünün Sümerler tarafından MÖ 3000 yılları civarında kullanıldığı bilinmektedir. Ancak kartal Gök Tanrı’ya yakın olduğu düşünüldüğü için her zaman kutsal bir figür olarak görülmüştür. Dolayısıyla kartalın çift başlı olması güneş ve ay döngüsünden kaynaklanıyor da olabilir.


*Güneş
            Çin kaynaklarında Hsiung-nuların (Hunlar) güneşe ve aya büyük saygı gösterdiğinden bahsedilmektedir. Ancak güneş burada daha önemli bir yerdedir. Zira Güneş aydınlığı sembolize etmektedir ve döngüyü başlatan onun doğuşudur.
Türk devlet teşkilâtlanmasında Doğu ve Batı olarak iki idari birimin olduğu bilinmektedir. Batı Hakanı, doğudakine biat eder ve yönetimin merkezi doğudur. Bunun gökyüzündeki dengenin bir yansıması olduğu söylenebilir. Zira Türkler güneş ve aya ayrı ayrı saygı gösterir, ikisi için de kurbanlar keserlerdi ancak güneş için yapılan ritüellerin daha önemli bir yer kapladığı bilinmektedir. Çünkü günışığının hayatın kaynağı olduğuna inanılır.
Ateşin kutsal olmasının sebeplerinden biri, güneşin yeryüzündeki varlığı olarak görülmesidir. Otağların ortasındaki ocağın Tanrı’dan gelen kutluğu yansıttığına inanırlar. Zira güneşin görevi tanrıdan geleni yansıtmaktır dolayısıyla ateşin kaynağı bizatihi onun enerjisidir. Güneş çoğunlukla feminen bir şekilde konumlandırılmıştır. Hatta Gün Ana isimli tanrıça güneşin ruhu olarak bilinmektedir.

Güneşin bir ayna olarak sembolize edildiğini de söyleyebiliriz. Zira bugün dâhi aynayla fal bakıldığına ve büyü yapılabildiğine inanılmaktadır. Sibirya şamanlarının 12 burçlu bir ayna ile fal baktıkları ve güneşin üzerindeki lekelere göre fal açtıkları bilinmektedir. Çünkü günışığı tanrıdan gelen bilginin yansımasıdır ve onu bir ayna üzerinde yansıtarak ruhanî bilgiye ulaşmak mümkündür.
Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi kitabının ikinci cildinde yer alan güneşin oluşumuna dair bir Altay efsanesiyle bu durum örneklendirilebilir:
"...Önceleri ne ay ne güneş varmış. İnsanlar havada uçar dururlarmış. Uçarken de çevrelerine ışık saçar ve sıcaklık verirlermiş. Bunun için de güneş gerekli olmamış. Ancak içlerinden biri hastalanmış ve iyileştirememişler. Bunun üzerine Tanrı, onlara bir varlık vermek istemiş. Tanrı'nın gönderdiği şey büyümüş ve iki tane büyük ayna olmuş. Bu aynalar gökyüzüne çıkıp çevreye ışık saçmaya başlamışlar. O günden beri bu iki şey, yani güneş ve ay dünyayı aydınlatır ve ısıtır dururlarmış.” (2.Baskı, syf.188, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993)

            Türkler’in günde üç kez güneşe selam verdikleri bilinmektedir. Zira toprak ana figürü gibi güneş de kutsal bir anne ve tanrıça konumundadır. Tanrı’dan alınan kutu insanlığa yansıtan Güneş zaman zaman bundan öte bir varlık konumunda da görülebilmektedir. Zira Türklerde “Güneş bizi görüyor, güneşe ant olsun” gibi cümlelerin sıklıkla kullanıldığı biliniyor.


*Ay
            Türk inanışlarında bir düalizmin söz konusu olduğundan bahsetmiştik. Kainat ikili ve dörtlü zıtlıklarla dengede durmaktadır. Güneş ve ay arasında da böyle bir denge olduğu söylenebilir. Zira tahmin edilebileceği gibi güneş aydınlığı, sıcağı temsil ederken ay karanlığı ve soğuğu temsil eder. Gökyüzündeki denge bu iki gök cisminin zıtlıklarına bağlıdır.
Ay zaman zaman feminen ruhlar ile ilişkilendirilse de çoğu zaman maskülen bir karaktere sahip olduğuna inanılırdı. Hatta bugün dâhi dilimizde yer alan ay dede kelimesi bu inanıştan gelmektedir. Zira Türklerin Ay Ata veya Ay Dede gibi ruhları Ay ile bağdaştırdıkları bilinmektedir.
Ay aynı zamanda bir asker ve muhafız konumundadır. Zira güneş saf iyiliği ve ışığı sembolize eder, oysa birinin kötü ruhlarla savaşması gerekmektedir. Ay, gittiği her yere soğukluk götürerek güneşin ulaşamadığı yerlerdeki kötü ruhları alt eder.
Örneğin Altay Türkleri Ay Dede’nin yedi başlı bir devle savaştığını ve insanlığın kurtuluşunun bu sayede olduğuna inanırlar. Bu söylenceye göre eski çağlarda insanların canını alan, zorbalık yaparak eğlenen bir dev bulunmaktadır. İnsanlar bu devden kurtulmak için Tanrı’ya yalvarırlar. Tanrı bu görevi başta Güneş’e verse de, Güneş kendisinin dünyayı yakabileceğini bu yüzden görevi yapmaktan çekindiğini söyler. Ay ise görevi kabul edecek ve soğuk bir gecede dünyaya inerek devi öldürecek, insan soyunun geleceğini bu zorbanın elinden kurtaracaktır.

Ancak Ay Dede’nin içinde bulunduğu mücadele hiçbir zaman bitmemektedir. Zira Türkler Ay’ın dolunaydan yeniaya kadar olan evrelerini gökyüzünde yaşayan ve geceleri ortaya çıkan kurtların Ay’ı yemesine bağlamışlardır. Ay, bu kurtlarla ve diğer kötü ruhlarla savaşır, bir süre tamamen yok olduktan sonra onları alt ederek tekrar dolunay şeklini alır ve bu döngü sürekli devam eder.
Ay tutulması kavramı da bu söylencelerden gelmektedir. Türkler Ay’ın zaman zaman kötü ruhlar tarafından esir edildiğini düşünürlerdi. Bugün kavramı daha iyi açıklayan kaybolma kelimesi yerine tutulma kelimesinin kullanılması Ay’ın bitmeyen savaşından kaynaklanmaktadır.

            Sonuç olarak, gökyüzündeki hareketler ve gün döngüsü Türk inanışlarındaki düalizmin tipik bir örneğidir. Ay ve Güneş arasındaki zıtlığın özellikle Uygurların Mani dinini benimsemesiyle arttığını söyleyebiliriz. Ancak Ay, hem Güneş’in dengeleyicisi hem de göğün koruyucusu olarak bilinmektedir. Bununla birlikte bazı söylencelerde yeryüzü de göğün katlarından biri olarak ele alınmaktadır.

Gün Ana, Ay Ata gibi kavramları değerlendirirken animizmin Türk inanışlarında önemli bir yere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Zira tabiattaki her şey gibi gök cisimlerinin de ruhları vardır ve bu figürler Yunan ya da Germen mitolojisindeki tanrılardan çok güneşin ve ayın ruhlarını temsil etmektedir.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Türk Mitolojisi II: Kozmolojinin Ana Hatları




            Kozmoloji kelimesini iki ana başlığa ayırabiliriz. Bugün evreni tanımlamak ve anlayabilmek için bilimsel kozmolojiyi kullanmaktayız. Dinlerin ve inanışların evren tasavvuru ise metafiziksel kozmoloji olarak adlandırılır. Şüphesiz ki bir inancı kavrayabilmek, tasavvurlarının neye karşılık geldiğini bilebilmek için o inancın kozmolojisini yani evrene bir bütün olarak bakışını bilmek gerekir. Dünyanın var oluşuna, yeryüzündeki ve gökyüzündeki dengeye dair her fikir kozmolojinin parçasıdır.

Türk kozmolojisinde birçok farklı kültürün ve inancın etkilerini görmek mümkün. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; Türkler evrenin ve evrendeki her şeyin bir bütünlük içinde olduğuna inanırlardı. Gündelik yaşamdaki hiyerarşi ile gökyüzündeki durum hakkındaki tasavvurları birbirine benzemekteydi. İnanç, Türkler için her zaman önemli bir mesele olmuştur bu bakımdan kozmoloji sadece Türkler’in geleneksel dinini öğrenmek için değil, toplum yaşamları hakkında bilgi sahibi olmak için de önemlidir.

Zıtlıkların Birliği ve Bütünlüğü

            Yaruk, eski Türk dilinde ışık anlamına gelir. Bu ışık gökten gelen tanrısallığı, kut’u simgeler. Karang ise yeryüzüne ait bir kavramdır. Yaşam yaruk ile karangın bir araya gelmesiyle oluşur. Bu semavi inanışlardaki beden ve ruh ilişkisine benzer gibi görünse de, farklı bir durum söz konusu. Çünkü bu ikilik tanrının insanı yaratıp ona ruhu üflemesinden ibaret değildir, zira evrenin tamamında böyle bir işleyiş söz konusudur.
Geleneksel Türk dinine göre evrende zıtlıkların uyumu söz konusudur. Kavramlar ikili ve dörtlü zıtlıklarla varlıklarını sürdürürler. Ancak bu zıtlıklar Mani dininde veya Zerdüştlükte olduğu gibi iyi-kötü veya aydınlık-karanlık olarak ayrılmamaktadır. Türkler evrenin özündeki bu düalist yapılara ahlâki tanımlar yüklememişlerdir. Bununla birlikte bir dişil-eril ilişkisinin birçok konuda mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
Gök ve yer arasında böyle bir ilişki söz konusudur. Yer ve gök birbirini var eden iki zıtlıktır. Gök eril, yer ise dişi olarak konumlandırılmaktadır. Hatun’un Türk siyasi yaşamında önemli bir yere sahip olması bu evren tasviriyle ilişkilidir. Zira Tengri göğü, Umay Ana ise yeri sembolize eder. Tengri ile Umay Ana arasında böyle bir ilişki söz konusudur, evrenin hükümdarı Tengri olsa da, Umay Ana siyasi yaşamda Hatun’un olduğu konumdadır ve evrenin yönetiminde söz sahibidir.

            Ancak bu düalizm bir merkezin varlığından bağımsız değildir. Dünya yeryüzü, gökyüzü ve yer altı olarak üç bölüme ayrılır. Bu katmanların her birinin ayrı bölümleri mevcuttur. Ancak evrenin merkezinde kutup yıldızındaki sarayında oturan Tengri bulunmaktadır. Evrende sürekli bir hareket ve döngü söz konusudur. Mevsimlerin oluşumu, yıldızların hareketi, gündüzün ve gecenin oluşumu, hava değişimleri, hayvanların göçleri tüm bunlar evrenin tek bir merkez etrafında dönüşünün parçalarıdır.

            Eski Türk dilinde tözlüg bulmak şeklinde bir tabir vardır. Bu tabirin İslam tasavvufçularının vahdet-i vücut inancına paralel bir anlayışı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Zira Türkler evrenin bir bütün olduğuna inanırlardı. Yukarıda belirtildiği gibi var olan her şey evrenin merkezi etrafında döngü hâlindeydi. Varlığın kendisi bir harekettir ve bu hareket bütünlüğü simgeler.
Gök cisimlerinin hareketleri, mevsimler, gece ve gündüz geçişleri, rüzgârların hareketleri, hayvan göçleri hepsi bu döngünün bir parçasıdır. Kağanın arabası bile bu döngüye uygun biçimde tasarlanır. Evrendeki her şey birbirinin yansıması ve parçasıdır.
Türkmen Aleviliği’nin bu anlayıştan fazlasıyla etkilendiğini söylemek mümkün. Zira cemevlerinin dizaynından semah ayinlerine kadar böyle bir döngünün söz konusu olduğunu görebiliriz. Ancak geleneksel Türk dininin tamamen panteist bir karakter taşıdığını düşünmüyorum. Zira bu inanışta evrenin tek bir organizma olarak değil, birçok öğenin uyum içinde hareket ettiği bir sistem olarak tasvir edildiğini söyleyebiliriz.

Gökyüzü

            Tengri kelimesinin gökyüzü kökeninden geldiğini, Türkler’in yüksek dağlar ve ağaçlar için de bu kelimeyi kullandığını söylemiştik. Zira evrenin merkezinde Kök Tengri’nin sarayına ev sahipliği yapan gökyüzü bulunmaktadır. Kutupyıldızı Tanrı’nın sarayıdır, onun etrafında yer alan yıldızlar ve takımyıldızlar ise Tanrı’nın ailesi, akrabaları ve yakınları olarak tasvir edilmektedir.
Çadırların kubbesinde sekiz direğin birleştiği ve uçlarının çember içine alındığı bir kısım vardır. Bu dizaynın sebebi ise gökyüzünün tasviridir. Türkler’e göre gökyüzü Tanrı’nın oturduğu kutupyıldızından ve merkezinde sarayın bulunduğu sekiz bölümden oluşur. Elbette bütün Türk boyları gökyüzünün bölümleri konusunda hemfikir değildi. Özellikle Batı Türkleri’nde yedi katlı bir gökyüzü tasviri mevcuttu. Hatta Bizans ile yapılan yazışmalarda “Yedi göğün hâkimi Tengri adına” tarzı ifadeler sıklıkla kullanılmıştır. Ancak yedi katlı göğün diğer dinlerin etkisiyle benimsenmiş bir inanış olması da mümkün. Zira İran mitolojisinde gök ve yer yedişer katlıdır, Dante’nin İlahi Komedya eserinde de böyle bir durum söz konusudur, dolayısıyla Batı Türkleri’nin yedi katlı gök inanışını başka toplumların etkisiyle benimsemiş olduklarını söyleyebiliriz.
Gündüzün merkezi güneş, gecenin merkezi ise kutup yıldızıdır. Tengri günün dönüşümüne göre buralarda görülmektedir. Bununla birlikte mevcut her şey gökyüzünden gelmiş veya buradan gelen cisimlerin başkalaşımıyla var olmuştur. Gökyüzü kutun yani yaşam enerjisinin kaynağıdır. Bu bakımdan döngünün temel merkezidir.



Yeryüzü

            Altay ve Sibirya gibi geleneksel Türk dininin hâlâ yaygın olduğu bölgelerde Nevruz kutlamalarında sıkça gerçekleştirilen bir ritüel vardır: toprağa bir tünel açılır ve insanlar yeniden doğuşu canlandırmak için bu tünelden geçer. Zira toprak aynı zamanda annedir ve topraktan çıkan her şey bir annenin rahminden çıkmaktadır.
Evrende de bir hakan-hatun ilişkisi olduğundan bahsetmiştik. Umay Ana ile Tengri arasında her zaman bir karı-koca ilişkisinden bahsedilmese de aralarındaki görev dağılımı bu şekildedir. Umay kelimesini plasenta kökeninden gelmektedir. İnsanların yeryüzündeki esenliğinden Umay Ana sorumludur. Toprak Ana ve Yer Ana gibi tanımlamalar da aynı figüre işaret etmektedir.  Toprak Ana figürünü konu alan yazımda da belirttiğim gibi Umay Ana bir ana-tanrıça değil, yeryüzünün, kâinatın ruhu ve bütünlüğün önemli bir parçasıdır.
Gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de ruhani bir hiyerarşi bulunmaktaydı. Orman ruhları, toprak ruhları ve su ruhları gündelik hayatı etkileyen karakterlerdi. Şamanlar çoğunlukla bu ruhlar ile meşgul olmaktaydılar. Bununla birlikte Umay Ana’nın Yer-suv gibi yardımcıları da bulunmaktaydı.
Ateş, su ve dağ gibi figürler yeryüzünün birer parçasıdır. Ateş, sadece Şamanların ruhlarla iletişime geçtiği bir araç değil, yaşamın temel öğelerinden biridir. Zira bugün dâhi Yörük çadırlarında ocak otağın ortasında yer almaktadır. Ocak, sadece yemek pişirmek için değil, ateş ayini yapmak için de kullanılan bir araçtır. Otağ düzeninde ateşin çadırın her yerine eşit uzaklıkta olması gerekir, zira evrende nasıl bir nizam hâkimse aynı durum otağ için de söz konusudur. Kaldı ki evreni büyük bir otağ olarak tasvir eden inanışlara rastlamak da mümkündür.
           
            Ancak toprak her zaman iyi bir anlam ifade etmez. Toprak, yeraltının ve yeryüzünün ortasında yer almaktadır. Zira yerin altında Yerlik/Erlik han bulunmaktadır ve dünyada iyi şeyler yapmayan insanların ikametgâhı onun yönettiği yer altı olacaktır. İnsan ulu gök ile yağız yer arasında yer almaktadır. Birçok inanışta insan ruhunun yeryüzüne ait olduğu anlatılır, zira kurganların var olması ölümden sonra fiziksel bir yaşam olduğunu belirtmektedir. Ancak bazı yerlerde ölenlerin yeryüzünde bir süre daha kaldıktan sonra başka bir âleme intikâl edeceğine inanılır. Ölüleri ve eşyaları baş aşağı gömme geleneği bu inançtan kaynaklanmaktadır, zira öteki âlem bu dünyaya göre ters bir konumdadır ve burada baş aşağı gömülen cisimlerin orada düz bir zemine oturacağına inanılır.

            Sonuç olarak, Türk kozmolojisi bütüncül bir tasvire sahip olsa da panteist olarak adlandırmak hata olacaktır. Zıtların birlikteliği ve hiyerarşi söz konusudur. Ölümsüzlerin dünyasında da ölümlülerinki gibi bir yaşam vardır, zira Tengri’nin de beslenmek gibi özellikleri olduğuna inanılır. Ancak bu inanışlarda düalistik bir düzen olduğunu ve her şeyin kendi zıddıyla var olduğunu da unutmamak gerekir. 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Türk Mitolojisi I: Tengrizm'in Genel Tasviri


            Türk toplumunda ortodoks bir İslam anlayışının benimsenmesi yüzyıllar almıştır. Türkmen Aleviliğinde eski Türk inanışlarının karakteristik açıdan büyük bir etkisi olduğunu belirtmek gerekir ancak bu inanışların bugün toplumun tamamında gündelik dilden geleneklere kadar etkisini sürdürdüğünü görebilmekteyiz.
Türk inanışlarını Şamanizm olarak adlandırmak sık yapılan bir hatadır. Bunun neden yanlış olduğunu yazının ilerleyen kısımlarında anlatacağım. İslam öncesi Türk inanışlarını adlandırmak için en uygun kavram Tengricilik olacaktır.
Türk ve Moğol inanışları arasında kesin çizgiler söz konusu değildir. Elbette gündelik ritüellerden söylemlere kadar bu iki halkın inançlarında birçok farklılık bulunmaktadır ancak Türklerin ve Moğolların yaygın dinleri benimsemeden önceki inançlarında evren ve tanrı tasavvuru aynıdır. Bu inançların başta Altay ve Sibirya havzası olmak üzere birçok yerde varlığını sürdürmeye devam ettiğini gözlemleyebiliriz.

Şamanizm: Sık Yapılan Bir Literatür Hatası

Öncelikle Şamanizm’in başlı başına bir dini veya inanışlar bütününü kapsamadığını belirtmek gerekir. Şamanizm bir metottur. Türkler de dâhil olmak üzere birçok halkın ve kabilenin doğa ruhlarıyla iletişime geçmek ve tabiatın nimetlerinden faydalanabilmek için başvurdukları bir pratiktir. Şamanlar dini önder veya aracı vasfı taşımazlar. Kelt rahipleri Druidler gibi herhangi bir rahip/ruhban işlevleri yoktur. Şamanlar Tanrı ile değil, doğa ruhları ve tabiat ile iletişime girmekle yükümlüdürler. Bu bakımdan Şamanizm’i bir din olarak nitelemek, bilhassa herhangi bir toplumun bu dine inandığını belirtmek ciddi bir literatür hatası olacaktır.
Bununla birlikte Türkler şaman kelimesi yerine kam, baksı, toyun, hatun gibi kelimeler kullanmaktadırlar. Divanı Lugat’it Türk’te kam kelimesi kâhin, şifacı, büyücü gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Belirttiğim gibi, Şamanizm bir inanç veya öğreti değil bir metottur ve herhangi bir topluluğun inançlarından bahsederken kullanılabilecek bir kelime değildir.

Tanrı Tasviri

Tengri kelimesinin eski Türk dilinde birçok farklı kavramı tanımlamak için kullanıldığını görebiliriz. İlk olarak Çin kayıtlarında Hsiung-nu(Hun) halkını anlatan hikâyelerde rastlanan bu kelimenin kökü gökyüzünden gelir. Ancak bu kelimenin farklı kavramlar için kullanılmış olması Türk dininin politeist –çok tanrılı- bir inanış olduğu sonucuna götürmemektedir. Türkler yüksek dağlar, çeşitli ruhani varlıklar için de Tengri kelimesini ve onun farklı şivelerdeki çeşitlerini –tarı, deyri, tangara, Kayra Han- kullanıyorlardı ancak Türk kozmolojisinde her şeye hâkim bir Kök Tengri (Gök Tanrı) bulunmaktadır.

Tengricilik inancını İslam’a benzeten metinlere sıklıkla rastlamak mümkündür. Bilhassa ders kitaplarında bu yanlış kanı sıklıkla yer almaktadır. Ancak Türk ve Moğol dinleri karakter bakımından İslam ile hiçbir benzerlik taşımazlar. Bu inanışların karakteristiğinde animizm önemli bir yere sahiptir. Hayvanların, bitkilerin ruhları olduğuna inanırlar fakat İslam’da böyle bir durum söz konusu değildir. Bununla birlikte Türkler tanrılarını zaman zaman çeşitli suretler ile tasvir etmişlerdir, hatta Kayra Han’ın oğulları vardır ve İslam’da böyle bir durum söz konusu dâhi edilemez. Ayrıca İslam kozmolojisine göre Allah herhangi bir yerde bulunmamaktadır, zaman ve mekân gibi kavramlardan münezzehtir. Kök Tengri ise göğün ruhu olarak anılmaktadır. Semavi dinlerde bu tür kavramlar alegorik dâhi olsa kullanılmamaktadır. Türk ve Moğol inanışları pagan monoteizmi denilen sisteme dâhildir, bir tek tanrı söz konusudur ancak bu durum onları semavi dinlerle benzer kılmamaktadır.

            Tengri, dünyada ve evrende var olan her şeyin hâkimidir. Türkler Toprak Ana’dan çeşitli doğa ruhlarına kadar tabiatın güçlerini yönlendiren ruhlara inanmışlardır ancak asıl hâkim göğün ruhu olan Tengri’dir. İnsanların bedenini yapan ve onlara çamurdan bir ruh üfleyen Tengri olmuştur. Nehirlerin akışından ekinlerin verimine kadar her şey onun hâkimiyetindedir. İbn Fadlan seyahatnamesinde Oğuzlar’ın herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında gökyüzüne bakıp “Tengri Bir” dediklerini belirtmiştir.
Tengri yaşam gücünün (kut) ve talihin (ülüg) sahibidir. Aynı zamanda bunları insanlar arasında paylaştıran güçtür. Tabiata hâkim olduğu kadar gündelik siyaset üzerinde de hâkimiyet sahibidir. Örneğin bir kişinin tahta geçebilmesi için kut alması gerekir. Günümüzde kullanılan kutsal, kutlamak gibi sözcükler bu kavramdan gelmektedir.
Yeryüzündeki olayları ve nesneleri kontrol eden ruhlar bulunmaktadır ancak bu durum Tengri’nin yeryüzünde egemen olmadığını göstermez. Türk inanışlarında gökyüzünde tıpkı yeryüzünde olduğu gibi bir hiyerarşi söz konusudur. Bu şekilde düşününce Tengri bütün hiyerarşinin başındadır, her şeyin yaratıcısı, sahibi ve efendisidir.

İnancın Ana Hatları

            Animizmin Türk dininin önemli bileşenlerinden biri olduğundan bahsetmiştik. Türk inanışlarında çeşitli kutsal nesneler vardır. Bazı hayvanlara, bitkilere, gök cisimlerine kutsallık atfedildiği görülmüştür. Ancak mabet ve put kültürü söz konusu değildir. Arkeolojik bulgularda herhangi bir tapınağa veya puta rastlanmamıştır.
Türk Şamanizm’i burada ayrı bir karakter kazanmaktadır. Şamanlar ateşin etrafında çeşitli ritüeller sergileyerek ruhlarla iletişime geçerlerdi. Ancak bu ruhları tasvir eden herhangi bir totem vs söz konusu değildi. Bununla birlikte Tengricilik inancına sahip Türklerde güçlü bir sembolizmin söz konusu olduğunu da belirtmek gerekir. Örneğin bugün nazar boncuğu olarak bildiğimiz sembol İslam öncesi Türk toplumlarında kem gözlerden korunmak için kullanılmaktadır hatta bazı kamların başlıklarında vs benzeri sembollere rastlamak mümkündür.

Ancak Türklerin totemizmden tamamen münezzeh olduğunu düşünmek de yanlış olacaktır. Türklerde ongun inancı oldukça yaygındı. Her boyun ve kabilenin kendine özgü bir ongunu vardı. Ongunun kabileyi, boyu koruyan bir hayvan ruhu olduğuna inanılır, onu memnun etmek için ayinler düzenlenirdi. Ancak bunu bir putperestlik olarak yorumlamak doğru olmayacaktır. Ongun’a kabilenin atası, koruyucu ruhu olarak saygı gösterilir ve ölümden sonra bu saygının karşılık bulacağına inanılırdı. Ata kültünün Türkler için önemli bir yere sahip olduğunu düşününce ongunların nasıl bir yere sahip olduğu anlaşılabilir.
           
            İnsanların varlığına dair birçok farklı inanç söz konusudur. Tanrı’nın çocuklara sahip olduğu ve insanların bu çocukların torunları olduğuna dair inanışlar da oldukça yaygındır. Yerde ve gökte güçlü ruhlar bulunmaktadır, bunlar tabiat ve insanlar üzerinde etki sahibidirler. Belirtildiği gibi evrende bir hiyerarşi söz konusudur. Gökler âlemi, yeryüzü ve yer altı tanrı ve çocukları tarafından paylaştırılmıştır.


            Özetlemek gerekirse, Tengricilik inancını ne politeist, totemci inanışlarla ne de semavi dinlerle aynı sınıfa koymak mümkün değildir. Türk inanışlarını anlamadan önce Pagan monoteizmi kavramını temellendirmek gerekir. Romalılar ve Mısırlılar da zaman zaman tek tanrılı dinlere inanmışlardır ve bu inancın dünyada birçok örneği bulunmaktadır. Animizm ve Şamanizm eski Türk dininin bileşenlerindendir ancak ikisi de bu inancı tanımlamak için tek başına yeterli olmayacaktır. 

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Türk Toplumundaki "Üç Harfli" Mitosu ve Kökenleri

Davetname'deki cin tasvirlerinden biri
            İnsanlara musallat olan ve zarar veren bedensiz varlıklara birçok inanışta rastlanmaktadır. Karayip inançlarında çocukları kandırarak uzak yerlere götüren Douenlerden Maori mitlerinde yer alan insan yiyen Erintjalara kadar birçok figürü buna örnek gösterebiliriz. Özellikle şaman ayinlerinde bu varlıklardan korunmak için yapılan ritüeller büyük yer tutmaktadır. Ancak bugün dâhi toplumumuzda yaygın olan cin inancının birçok farklı etkileşimi mevcuttur.

Öncelikle cin kelimesi her zaman doğaüstü bir kavrama atıf yapmayabilir. Cin aynı zamanda görünmeyen anlamına gelmektedir. Örneğin Anadolu’da yemeğin ağzı kapatılmazsa cin gireceği söylenir. Burada kast edilen doğaüstü bir varlığın yemeğe dâhil olacağı değil, gözle görülmeyen mikropların ve hastalıkların bulaşacağıdır.

Cin inancı hakkında yazmış olmamın birkaç sebebi var. Öncelikle ciddi bir üretkenlik sıkıntısı yaşayan ve bu yüzden yaygın bir inanışla korkutma yoluna giden Türk korku filmlerinin satışlarından birkaç bilet eksiltebilirsem kendimi dünyanın en mutlu insanı olarak göreceğim. Bununla birlikte yaygın olan cin kavramının doğrudan Kuran ile tanımlanan bir figür olmadığını, İslam öncesi Arap inanışlarından eski Anadolu mitlerine kadar birçok inançla etkileşim hâlinde olduğunu düşünüyorum.

Kuran’da Cinler

            Müslümanların kendi aralarında bir çözüm bulamadıkları ve yüzlerce yıldır tartıştıkları hadis kaynaklarına girme niyetinde değilim bu yüzden İslam söylencelerinin temel kaynağı olan Kuran’da yer alan cin kavramı üzerinden gideceğim. Kuran, cinlerin tıpkı insanlar gibi yaratılmış olduğunu anlatır. Cinler de tıpkı insanlar gibi Allah’ın hükümlerine uymak için yaratılmışlardır.
Şeytan, Kuran’da çoğunlukla zannedilenin aksine bir melek değil, cin olarak geçer. Bilindiği gibi toprağın ateşten üstün olduğunu ve Âdem’in topraktan yaratıldığını söyleyerek onun önünde eğilmeyi reddetmiştir. Melekler nurdan yaratılan ve çoğunlukla kendi iradelerine sahip olmayan canlılarken cinler ateşten yaratılmışlardır ve insanlar gibi irade sahibidirler.

            Buradan cinlerin insanlardan önce yaratılan varlıklar olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bununla birlikte, cinler insanlarda var olmayan birtakım yeteneklere sahiplerdir. Ateşten yaratılmış olmak onları yetenekli kılmaktadır. Kuran’da birkaç yerde cinlerin insanları yoldan çıkardığından bahsedilmektedir. Ancak Kuran’a göre bu varlıkların bugün yaygın olarak inanıldığı gibi insanlara fiziksel olarak etki etme yetenekleri mevcut değildir. Sadece şeytan gibi vesvese verebilmektedirler.
Kuran’a göre insan yaratılmışların en yücesidir. Cinler insanlardan daha yetenekli olsalar da, insanların arasından çıkan peygamberlere biat etmekle yükümlüdür. Süleyman Peygamber, cinlerden kurulan ordulara hükmetme yeteneğine sahiptir. Bununla birlikte cinler tıpkı insanlar gibi son peygamber olan Muhammed’e biat etmekle yükümlü kılınmışlardır.

Ezoterik Kaynaklar ve Havas İlmi

            Cin inancının İslam öncesi Arap toplumunda da yaygın olduğu bilinmektedir. Bu varlıkların çöllerde yaşadıklarına, bedevilere ve tüccarlara musallat olduklarına inanırlardı. Bu inanışın kökenine dair birçok tahminde bulunmak mümkün. Bilhassa çöl ortamının halüsinasyon görmek için oldukça uygun olması ve bazı zehirli canlıların halüsinasyonlara yol açması bu söylentilerin yayılmasını sağlamış olabilir.
Arap paganları, bazı hayvanların cinlerle ilişkili olduğuna, bilhassa yılan, akrep gibi canlıların bu varlıkların sureti olabileceklerine inanırlardı. Bununla birlikte cinler gerekli ritüeller uygulanarak düşmana zarar vermek, geleceği görmek gibi amaçlar için kullanılabilirlerdi. Arap toplumunda bu gibi işlerle uğraşan kâhinlerin ve büyücülerin oldukları bilinmektedir. Arap mitolojisindeki cin inancının İslam’ın yayılmasıyla etkisini sürdürdüğünü, hatta çeşitli öğretilerle geniş bir coğrafyaya yayıldığını görmek mümkün. Hatta bugün Türk toplumunda yaygın olarak inanılan cin figürünün Arap mitlerinin bu tür ezoterik kaynaklar yoluyla yayılmasıyla oluştuğu tahmin edilebilir

            Cinlerin insanların işleri için kullanılıp kullanılmayacağı İslam dünyasında ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Kuran’a göre Süleyman Peygamber başta olmak üzere bazı peygamberler cinlere hükmederek onları hizmetçi olarak kullanabilmekte, hatta saray yaptırabilmektedirler. Bazı yorumcular cinlere hükmetmenin ancak peygamberlerin işi olduğunu söylerken bazıları ise bunun mümkün olduğunu ancak günah olduğunu düşünmektedir. Cinlerin özelliklerini anlatan ve onlardan faydalanmak için bazı ritüeller gösteren havas kaynakları mevcuttur.

İmam Şibli’nin Cinlerin Esrarı kitabı bu kaynaklar arasında önemli bir yere sahiptir. İmam Şibli bu kitabı çeşitli âlimlerin ve Mutezile gibi aklı ön plana alan İslam öğretilerinin fikirlerini çürütmek ve cinlerin varlığını ispat etmek için yazmıştır. Bu kitapta ciddi bir mitolojik kurguya rastlamak mümkündür.
Kitaba göre cinlerin atası Âdem’den 2000 yıl önce yaratılmıştır. Cinlerin hammaddesi zehirli ateştir. Bu varlıklar yılan kılığında, kara bir köpek şeklinde ve uçan bir rüzgâr suretinde olmak üzere üç çeşide ayrılırlar. Bunların cinler âlemindeki kavimleri teşkil etmesi mümkündür.
Bugün toplumda cinlerle ilgili yaygın olan söylentilerin bu kitaptan kaynaklanması mümkün. Zira İmam Şibli, cinlerin insanlara musallat olabileceğinden, hatta dikkat edilmezse insanlarla birlikte yemek yiyip onlarla ilişkiye girebileceğinden bahseder. Cinlerin “Hin” adı verilen bir alt sınıfı bulunmaktadır ve bunlar yoldan çıkmış, şeytanın yoldaşı olmuş varlıklardır. İnsanlara musallat olup onları korkutan, onlarla alay edenler de genellikle bunlardır. Islık çalmanın veya tuvalete sol ayakla girmenin cinleri çağıracağına dair yaratıcı söylentilerin birçoğu bu kitapta geçmektedir.

Firdevsi’nin Davetname eseri de cinler için rehber niteliğinde başka bir eserdir. Bu eserde cinlerin çeşitleri ve işlevleri anlatılmakta, onları çağırmak için gerekli olan ritüeller belirtilmektedir. Bu kitap güneşin ve ayın gökyüzündeki konumuna göre yapılacak ritüelleri anlatmaktadır. Eğer günah-sevap sayacını kendi aleyhinizde çalıştırmak veya zahmet istediğiniz kişiyi kendinize âşık etmek isterseniz eşsiz bir kaynak olduğunu belirtmek gerekir.[1]

Türk Toplumundaki Cin İnancının Genel Bir Tasviri

            Tabloya bakınca toplumdaki cin inancının Kuran’dan çok ezoterik öğretilere dayandığı görülüyor. Bununla birlikte İslam öncesi Türk inanışlarında birçok kötü ruh tasviri bulunmaktaydı. Tüm bu inanışların bugün cin figüründe canlandığını söylemek yanlış olmaz.
Örneğin Türkler albastı adı verilen, loğusalara dadanan bir varlığa inanırlardı. Bu inancın kökeni Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır. Bugün Anadolu’nun bazı yerlerinde albastı veya al karısı yerine cin tabiri kullanılmaktadır. Yeni evlenen veya doğum yapan kadınları cinlerden koruyabilmek için kurşun dökme, muska hazırlama gibi önlemler alındığı bilinmektedir.
Türkler, demirin koruyucu bir nesne olduğuna inanırlardı. Kurşun dökmenin onları kötü ruhlardan koruduklarına inanıyorlardı. Bugün cinlerden korunmak için kurşun dökme ritüellerinin uygulanması bu figürde eski Türk inanışlarının etkisinin olduğunu göstermektedir. Hatta bu ritüel gerçekleştirilirken belli bir ritimle bir şeyler söylemek de İslam öncesi Türk ritüellerinin kötü ruhlara karşı hâlâ etkili olduğunu kanıtlamaktadır.
Ancak bunlara rağmen figürün ağırlıklı olarak Arap mitolojisinden ve bunların ezoterik kaynaklar yoluyla yaygınlaşmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.



[1] Murat Bardakçı 2005 yılında Hürriyet’teki köşe yazısında bu kitaptan bahsetmişti. Amacı Osmanlı’daki havas ilmi konusunda bilgi vermekti, ancak kitapta insanları âşık etmek için çağrılabileceği söylenen Urumhamatahayil’den bahsedince yüzlerce kişinin kendisine daha fazla bilgi için mail attığından şikâyet etti. O dönemlerde mâlum cini çağırmak için mezarlıklardan toprak toplayanların olduğu biliniyor.
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2005/08/15/687174.asp