23 Şubat 2015 Pazartesi

Afrika Tanrılarının "Katolik" Serüveni: Vodou



                       
Geçtiğimiz birkaç yüzyıl içinde sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetleriyle Hıristiyanlaştırılan halkların, eski halk inanışlarını güçlü bir biçimde yaşattığını gözlemlemek mümkün. Bir Aztek ritüeli olan Ölüler Günü’nün Meksika’da hâlâ yaşatılıyor olması, Kuzey Amerika yerlilerinin yetişkinliğe geçiş törenlerini kilise organizasyonlarıyla devam ettirmesi bu durumun örneğidir. Ancak Afrika kökenlilerin nüfusun çoğunluğunu veya önemli bir kısmını oluşturduğu bölgelerde eski inanışların semavi dinlerle yorumlanarak bağımsız birer din hâline geldiği de görülebilir. Afrikalıların Hıristiyanlıkla etkileşimi, Hıristiyanlığın birebir benimsenmesiyle değil, İsa, Meryem Ana gibi kutsal figürlerin Afrika tanrılarının yerlerine geçmesiyle gerçekleşmiştir. Jamaika’daki Rastafaryanizm’i ve başta resmi din ilân edildiği Haiti olmak üzere Küba, Porto Riko, Dominik Cumhuriyeti, New Orleans ve Brezilya gibi bölgelerde yaygın olan Vodou inancını bu duruma örnek olarak göstermek mümkün .
Öncelikle Vodou kavramının Amerika’da ortaya çıkmadığını, Batı Afrika kökenli olduğunu söylemek gerek. Bu yazıda Benin, Gana, Kongo, Nijerya gibi bölgelerdeki yerel inanışlardan değil, kökenini buralardan köle olarak götürülen insanların oluşturduğu Amerika ülkelerindeki dinden bahsedeceğim.

            Vodou, Hıristiyanlığın yerel bir yorumu olarak bilinmektedir. Ancak günlük inanışların ve ritüellerin Hıristiyan teolojisiyle oldukça zayıf bağlara sahip olduğunu belirtmek gerekir. Vodou, misyonerlerin etkisiyle Roma Kilisesi’nin egemenliğini kabul eden yerlilerin geleneksel inanışlarını bu din içinde devam ettirmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu dinin takipçileri Bondye isimli bir tanrıya inanırlar. Bondye, kelimesi Fransızca iyi ve tanrı anlamına gelen bon ve dieu sözcüklerinin birleşiminden oluşur. Vodou inançlılarının bu isimle andıkları, İncil’in tanrısından başkası değil. Ancak Afrika animizmindeki ruhlara ve evren tasavvuruna da inanmaya devam etmişlerdir. Bununla birlikte gerek sosyal yaşamlarının gerekse inançlarındaki değişimin etkisiyle yeni inanışlar ve ritüeller de edindiler. Bu bakımdan Vodou’nun hem Afrika’daki kökenlerinden hem de Hıristiyanlıktan ayrı bir yerde olduğunu söylemek mümkündür.

            Vodou teolojisi tek tanrılı olsa da politeist kökenli inanışlar da devam etmektedir. Loa, Vodou terminolojisinde Hıristiyanlıktaki azizlere denk gelmektedir. Farklı bölgelerde Lwa, Oşala olarak da adlandırılan loalar Hiristiyanlık inancının azizlerinden çok eski Afrika inanışlarının büyük ruhlarına benzerlik gösterirler. Her Loanın bir politeist dinlerdeki tanrılar gibi ayrı bir görevi vardır. Fiziksel ve ruhani dünyadaki işler için Loaların yardımı istenir ve onlarla iletişime geçmek için Vodou rahiplerinin önderliğinde (erkek rahipler Hougan, kadın rahipler Mambo olarak adlandırılır) törenler düzenlenir.
Baron Samedi, bu Loalara örnek olarak gösterilebilecek bir tip. Birçok Hollywood filmine de konu olan bu karakterin ölüler dünyasına giden kavşağı kontrol ettiğine inanılır. Baron Samedi, Fransız asilzadeleri gibi uzun bir pardösü giyen ve kafasında silindir şapka olan bir karakter. Puro ve rom ile sembolize edilir. Ölüler dünyasına geçmek isteyen herkesin Baron’a puro, rom, para gibi ikramlarda bulunarak onunla bir süre vakit geçirmesi gerektiğine inanılır. Cenaze merasimlerinde ve diğer zamanlarda Baron Samedi’ye kurbanlar sunulan törenler düzenlenir. Çünkü ölüler dünyasına yolculuk eden herkes ona emanettir ve kişinin ruhani dünyadaki kaderi Baron’un memnun edilmesine bağlıdır
 Her Loa, veve denilen bir desenle sembolize edilir. Bu sembollerin Loaları fiziki dünyada temsil ettiğine ve onlarla iletişime geçebilmek için gerekli olduklarına inanılır. Veveler, başta Vodou seremonilerinde çalınan davullar olmak üzere birçok yerde kullanılırlar.

Bugün Vodou denilince birçok kişinin aklına kara büyü gelmektedir. Hollywood yapımı korku filmlerinin bundaki etkisi büyük ancak Vodou inancını bez bebeklere batırılan iğnelerle yapılan kara büyülerden ibaret olarak görmek pek doğru değil. Vodou, sembolizmin güçlü olduğu bir inançtır ve insanların üzerinde etki bırakacak büyüler yapabilmek için onların taş ve bez bebeklerle sembolize edilmesi oldukça yaygındır. Ancak bu ritüel sadece kara büyülerde değil, hastalıkları yok etmek için yapılan büyülerde de kullanılır. Kara büyü, Vodou inancının gerekliliklerinden ve temel ritüellerinden biri olmak şöyle dursun, şeytani bir iş olarak görülmektedir. Kara büyü, Vodou rahiplerinin ve şamanlarının değil büyücülerin uğraştığı bir iştir ve bu büyülerden korunmak için yapılan seremoniler Vodou ritüelleri arasında oldukça önemlidir.

            Vodou, son birkaç yüzyıl içinde şekillenen bir din. Afrika yerel inanışlarının Roma Katolikliği ile etkileşimi sonucunda ortaya çıkmış olmakla birlikte bugün tüm bunlardan bağımsız olarak kendine has bir karaktere sahip. Bugün Haiti’den New Orleans’a, Porto-Riko’dan Brezilya’ya kadar farklı yorumlarla varlığını sürdürmekte. Vodou ritüelleri, büyüleri oldukça detaylı konulardır ve her birini açıklayabilmek için ayrıca üstünde durmak gerekir. Vodou, hem mitlerin sistemli bir inanışa dönüşmelerine hem de semavi dinler öncesindeki inanışların toplumlar üzerindeki etkisine örnek olarak gösterilebilir. 

11 Şubat 2015 Çarşamba

Kargo Kültü ve Bir Güney Pasifik Mesihi

            

Doğaüstüne inanma eğilimi insanın psikolojik tabiatında bulunan bir eğilimdir. Günlük hayatta bir karşılığı olmayan veya sahip olunan bilgiyle herhangi bir mantıklı açıklaması yapılamayan olayları madde ötesiyle açıklamak doğal bir reflekstir. Bugün bilgiye erişmenin oldukça kolay olduğu modern toplumlarda bu eğilimin cazibesine kapılan milyonluk kitleler görünmekteyken ilkel olarak adlandırılan toplumlarda var olması gayet normaldir.

            Bu inanışları inceleyebilmek için ilkelin tanımını doğru bir biçimde yapmak gerek. Bir Maori evrimsel olarak Fransız’dan daha alt bir aşamada bulunmadığı gibi, zekâ ve düşünme kabiliyeti olarak da daha geride değildir. 1920lerde Amerikalı bir ev kadını yemek yapabilmek için haftada elli saatini ayırmak zorundayken, bir Maori kadını ekinlerin toplanması ve pişirilecek hâle getirilmesi de dâhil bütün ev işlerinin onun yarısı kadar bir sürede yapabilmekteydi. Çünkü Maori toplumu gelişmemiş değil, başka bir doğrultuda gelişmiştir. Bu doğrultuda belli toplumların “modern dünya”da bulunmayan inanışlara sahip olmaları onların gelişmemiş olduğunu değil, bazı meseleleri doğaüstüyle açıklamaya daha müsait bir yaşam sürdüklerini gösterir.

            Kargo Kültü bugün Güney Pasifik’te, özellikle Melanezya bölgesinde, yerliler arasında oldukça yaygın bir inanış. Bu inanca göre John Frum adlı bir Mesih, kargo –kullandığımız eşyalara bu ismi veriyorlar- dolu bir uçakla Vanuatu adasına inecek ve dağıttığı kargolarla bütün kıtlıkları sona erdirecektir. Ancak Frum’u adaya inmeye ikna edebilmek için çeşitli ritüeller yapmak gerekir.

            Yerlilerin “kargo” ile tanışmaları II. Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Güney Pasifik’teki adalar savaş sırasında önem kazanmıştır. Amerikan ve Japon uçakları bu adalara yakıt ikmali gibi sebeplerden ötürü sık sık iniş yapıyorlardı. Bu durum adalarda yaşayan yerlilerin renk renk kıyafetlerle, konserve yiyeceklerle ve kendi dünyalarında mevcut olmayan birçok kullanışlı eşyayla tanışmalarını sağladı. Bu deneyim ada yerlileri için mistik bir deneyimdi, çünkü besinlerin sıkıştırıldığı teneke kutuların veya radyo gibi insan sesini yansıtan cihazların onların bilgisinde mantıklı bir karşılığı yoktu ve tüm bunlar sadece doğaüstü bir güçle açıklanabilirdi.

            Savaş sona erince adalar önemini kaybetti ve uçaklar bir daha gelmemeye başladı. Bu durum yerlileri kargolardan mahrum kılıyordu. Hayatlarını değiştiren ve onlarda hayranlık uyandıran eşyalar artık yoktu ve onları geri getirmenin bir yolu olmalıydı. Uçakların iniş yapmasını sağlamak için kurulan düzenekleri kurmanın, onların gelmesine yardımcı olacağını düşündüler. Her yıl bunun için yaptıkları ritüeller Kargo Kültü’nün doğmasına sebep oldu.

            Yerliler, askerlerin uçakları indirebilmek için kullandıkları yöntemleri uygulayarak John Frum’un adaya inmesini sağlayabileceklerine inanıyorlardı. Bu yüzden başta Vanuatu olmak üzere, Kargo Kültü’ne yaygın olarak inanılan adalarda bambulardan yapılma havaalanları bulunmaktadır. Uçağın ineceği pist yakılan ateşlerle aydınlatılırken, kontrol kulesi olarak tasarlanan yerde John Frum ile iletişim kuracağına ve onu adaya indireceğine inanan bir uçuş görevlisi bulunur. İniş pistinin dizaynından uçuş görevlisinin giydiği kıyafetlere ve aksesuarlara kadar her şey normal bir havaalanında olduğu gibi tasarlanmıştır.

            Kargo Kültü, mitlerin nasıl doğduğunu, ritüellerin nasıl bir ruh hâlinde ortaya çıktığını görmek için incelenmesi gereken bir inançtır. Bugün modern toplumda varlığını sürdüren birçok mitin kökeni, Güney Pasifik yerlilerinin kargolarla karşılaşmalarına benzeyen deneyimlere dayanmaktadır. Bundan birkaç kuşak sonra adalarda yaşayanlar atalarının II.Dünya Savaşı yıllarında yaşadıkları deneyimin bilgisine sahip olmasalar bile büyük ihtimalle bambudan yapılma hava alanlarında John Frum’u beklemeye devam edecekler.



8 Şubat 2015 Pazar

Sineklerin Tanrısı Romanında İlkel Sembolizmin İzleri



             

       
            İkinci Dünya Savaşı denilince hepimizin aklına öldürülen milyonlarca insan ve medeniyetin göbeğinde yaşanan bir vahşet gelmektedir. Birçok bilim adamı, yazar ve entelektüel bu vahşetin nedenini sorgulamak için yıllarını harcamıştır. İnsanların kafa derilerini yüzen Kızılderililer ve yakaladıkları misyonerleri canlı canlı yiyen Maorilerle ilgili hikayeler antropoloji kitaplarında yer alıyorken Avrupa’da engizisyonu aratmayan bir vahşet canlanıyordu. İngiliz yazar William Golding de neden sorusuna yanıt arayanlardan biriydi. Savaşta gördüğü manzara o dönemde yaşayan herkes gibi onu etkilemişti ve insanın arkaik kökenlerindeki kötülüğe değinebilmek için Sineklerin Tanrısı romanını kaleme aldı.

            Sineklerin Tanrısı, tekrar tekrar okuma gereği duyduğum eserlerden biridir. Büyük ihtimalle Golding’in bu eseri kaleme alırken mitlerin nasıl oluştuğuna dair bir açıklama getirmek gibi bir niyeti yoktu. Ancak bu eserin mitolojinin insan ruhundaki köklerini ve özellikle sembolizm meselesiyle ilişkisini açıklayacak nitelikte olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kurgudaki iki olayı sembolizm meselesi temelinde anlatmaya çalışacağım

            Roman, bir uçak kazasından sağ kurtulmayı başaran bir grup çocuğun, ıssız adadaki yaşama mücadelesini anlatıyor. Çocuklar bir uçak veya gemi gelip kendilerini kurtarana kadar iş bölümü yapmaya karar verirler. Ancak uzun süre ne uçak ne gemi gelmeyecek ve çoğu İngiltere’nin en seçkin okullarında okuyan bu çocuklar, yüzlerine savaş boyaları sürerek ateşin etrafında dans eden birer ilkele dönüşeceklerdir.

Diğerlerinin Domuzcuk diye adlandırdığı çocuk, sahilde bulunan bir denizminaresinden ses çıkararak herkesi bir araya toplamayı akıl eder. Bunun üzerine Domuzcuk, adadaki küçük topluluğun lideri seçilir. Denizminaresi de birdenbire kutsal bir nesneye dönüşür ve onu eline alan her çocuk ne olursa olsun söz hakkına sahiptir. Adada en hararetli tartışmaların yaşandığı zamanlarda bile kimse denizminaresine zarar vermez ve onu elinde bulunduran herkes konuşma hakkına sahip olur.
Denizminaresinin kutsal bir nesneye dönüşmesinin sebebi şüphesiz ki işlevsel olmasıdır. İlkel insanın semboller yaratmasının birçok sebebi olmakla birlikte, fayda sağlanan ve işlevsel olan nesnenin sembolleşmesi oldukça yaygın bir durumdur. Örneğin Eski Mısır’da kedinin kutsallığının tarlalara zarar veren fareleri öldürmelerinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bugün birçok kültürde ateşin kutsal olmasının ardında da bu fayda ve işlevsellik yatmaktadır.

Romanın ilerleyen kısımlarında adadaki çocuklar arasında ciddi bir ayrılık görülür. İşaret ateşini diri tutma ve avlanma görevini üstlenen Katolik Okulu öğrencileri, bir süre sonra kendilerinin avlanma kabiliyetine sahip olduklarını ve bu yüzden daha güçlü olduklarını söyleyerek Domuzcuk’un liderliğini reddedecek ve okul başkanları Jack’in öncülüğünde ateşin başında, diğerlerinden ayrı bir yaşam sürmeye başlayacaklardır. Avladıkları bir yabandomuzunun kafasını keserek mızraklarından birinin ucuna yerleştirirler ve bu domuz onların sembolleri hâline gelir. Avcıların zamanının çoğu yaktıkları ateş etrafında dans ederek ve avlarını kutsayarak geçmektedir. Avladıkları her hayvandan sonra davullar çalarak ve doğadaki sesleri taklit ettikleri sesler çıkararak dans ederler.
 Avcı-toplayıcı toplumlarda avlanan hayvanın kürkünü giymek veya onun kellesini bir yerlere asmak avcıya prestij kazandıran bir eylemdi. Bu bir prestij ve motivasyon simgesi olmakla birlikte, avı kutsayan törenlerin kökenleri çok eski dönemlere dayanmaktadır. Buzul çağı insanlarının avlandıktan sonra günler süren törenler yaptıkları tahmin edilmektedir. Bununla birlikte bazı kabilelerde belli bir hayvanı öldürmek erkekliğe geçiş için gereklidir ve bu kabileler bir süre sonra öldürüp kürkünü giydikleri ve kafalarını bir yerlere astıkları hayvanların isimleriyle anılmaya başlarlar.

            Roman yayınlandığı yıllarda ülkesinde büyük tepki almış hatta William Golding yüce İngiliz medeniyetine hakaret etmekle suçlanmıştı. Ancak o yıllarda bir grup sokak çocuğunun masum bir çocuğu döverek öldürmesi romanı popüler hâle getirdi ve insandaki şiddetin temellerine inmeyi amaçlayan bu roman ciddi anlamda tartışılmaya başladı. Golding’in bunu fazlasıyla başardığını düşünüyorum ve isteyerek ya da istemeyerek insanın histerik yapısıyla alakalı olan mitlerin ve sembolizmin kökenlerine inmeyi de başarmış.

7 Şubat 2015 Cumartesi

"Öteki Dünya"dan Önce




            Anıt-mezarlara ve ölülerin eşyalarıyla, mücevherleriyle hatta atlarıyla birlikte gömüldükleri mezarlıklara dünyanın hemen hemen her yerinde rastlanabilir. Çin İmparatoru Qin Shihuang, ordusundaki askerlerin tek tek heykellerinden oluşan Terracota ordusuyla birlikte gömülmüştür. Türklerin kurganlarından Romalıların sacrophaguslarına kadar, ölülerin eşyalarıyla ve kıyafetleriyle birlikte gömüldükleri birçok yapı bulunmaktadır.

            Ölüm, eskiden beri insanoğlunun kafasını kurcalayan bir meseledir. Madde ötesine dair düşünceler taşıyan bütün doktrinler –bildiğimiz hemen hemen bütün dinler, mezhepler ve spiritüalist öğretiler- insanın beden ve ruh olmak üzere iki parçadan oluştuğunu iddia ederler. Esas olan ruhtur ve beden sadece ruhun geçici ikametgâhıdır. Beden öldüğünde ruh, kıyamet gününe kadar yargılanacağı kabrinde bekleyecek, yer altı dünyasındaki nehri geçmeye çalışacak ya da başka bir bedene zuhur etmek üzere döngüdeki yerini alacaktır. Ancak bu düşünce insanların neden ölülerini eşyalarıyla birlikte gömdükleri sorusunu cevapsız bırakıyor. Çünkü eğer ruh bedenden ayrı bir döngüye girecekse, ayrı bir âleme gidecekse ve insan için esas olan bu dünya değil de ötekiyse, buradaki eşyaların ve mücevherlerin bir değeri kalmaz. Ancak mezarlığın sadece bedeni muhafaza eden bir yer olmadığını ve ölü ile yaşayanın bir araya geldiği yer olduğunu düşününce bu soruyu kolaylıkla cevaplandırabiliriz.

            Lucien Lévy-Bruhl, kitabında Polinezyalı bir kadının kendisine musallat olan ruhlardan kurtulmak için, yaşarken polis olan bir tanıdığının ruhunu çağırdığını aktarır[1]. Çünkü o bölgede insanların yaşarken meşgul oldukları işi öldüklerinde de devam ettirdiklerine inanılır. İlkel insanın da ölümü ve ölüm ötesini bu şekilde algıladığı söylenebilir. Ölülerin kendilerine insanların yaşadığı dünya dışında bir ikametgâh bulabilmeleri için oldukça uzun bir zaman geçmesi gerekmiştir. 

            İlkel insanın tasavvuruna göre ölüm sadece bir deri değiştirme hâlidir. Yılan nasıl derisini bir yerde bırakıp yenisiyle devam ediyorsa insan da aynı şeyi yapmaktadır. Ancak bundan da önemli olarak, bedenini terk eden insan yeni derisiyle yaşamına dünyada devam etmektedir. Rüyalar yoluyla hayattaki akrabalarıyla iletişime geçer ve onlardan kendisi için bir şeyler yapmalarını ister. Ölü aynı zamanda korkulan bir öznedir, çünkü bedenden kurtulmak ve deri değiştirmek insanı daha güçlü kılmakta ve bir fani karşısında yenilmez hâle getirmektedir. Birçok kültürde, ölen düşman savaşçıları gömmek veya kafalarını kesmek gerekir, çünkü bu işlem yapılmazsa intikam almak için geri döneceklerdir. Bu durumda dünyada farklı bir bedenle varlığını sürdüren akrabaları hoşnutsuz etmek pek akıllıca olmayacaktır. 

            İlkel insanın ölüm ve ötesi hakkındaki tasavvuru bugün dâhi varlığını sürdürmektedir. Tabiatın gerçekliği insan ölünce her şeyin yok olduğunu, yaygın dini inanışlar ise ölülerin ve yaşayanların kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığını söyler ama buna rağmen birçok insanın tasavvurunda ölüler fanilerin dünyasını terk etmemiştir. İnsanın ölüm gerçeğini kavrayışı ve kabullenişinin uzun bir süre daha gerçekleşmeyeceğini ve ruhların dünyamızda dolaşmaya devam edeceğini iddia etmek zor değil.


[1] Bruhl, İlkel Toplumlarda Mistik Deneyim ve Simgeler

6 Şubat 2015 Cuma

Şaman/Şifacı Tiplemesinin Özellikleri



                 

             
                 Bugünkü toplumun kökenini kabile, klan gibi aileye bağlı topluluklar ve bu toplulukların bir araya getirdiği konfederasyonlar oluşturur. İnsanın doğa karşısındaki güçsüzlüğü onu türdeşleriyle birlikte yaşamaya ve organize olmaya itmiştir. Toplum dediğimiz kavramın bu zorunluluktan çıktığı söylenebilir. Nitekim topluluk hayatını sürdürebilmek ve organizasyonu sağlayabilmek için bir iş bölümü gerekiyordu. Doğaya ve diğer insan topluluklarına karşı mücadele edebilmek, toplumu ayakta tutabilmek için herkes bir işte uzmanlaşmalı ve bağlı bulunduğu toplulukla birlikte çalışabilmeliydi. Eli silah tutanlar avlanıp kabileyi korurken birilerinin ruhlar âlemiyle ilgilenmesi gerekiyordu. Ruhlarla iletişime geçip kabileye şifa dağıtan birine duyulan ihtiyaç şaman olarak bildiğimiz bir tiplemenin doğmasına sebep oldu.

            Şaman, Tunguzca bir kelimedir ve başta ataların ruhları olmak üzere ruhlarla iletişime geçen, şifa dağıtan ve bağlı bulunduğu topluluğun kötü ruhlardan korunmasını sağlayan tipe verilen isimdir. Ancak şaman bir din adamı değil. Çünkü bir toplumda din adamı olabilmesi için kurumsallaşmış bir dinin ve öğretinin var olması gerekir. Elbette din adamı tipolojisi de şamandan çok zıt bir noktada bulunmaz ancak şaman din adamı olmaktan çok bir büyücü ve şifacı karakteri taşır. Şaman, ruhani dünyanın doğanın dengesi içindeki yerini bilir ve ruhların hangi maddeler ile etkileşim hâlinde olduğunun bilgisine sahiptir. Ruhlara hitap etmenin inceliklerini bilerek, ormanın ve göğün ruhlarıyla iletişim kurup bağlı bulunduğu insanları temsil etmekle görevlidir. 

            Kimi kabilelerde şaman aynı zamanda kabile şefi, yargıç gibi görevlere sahip olmuştur. Bu unvan kimi topluluklarda soy yoluyla kazanılırken –Türklerde de genellikle bu şekildeydi-, kimilerinde sara krizi gibi fiziksel rahatsızlıklara sahip olan veya halüsinasyon gören ve bu yüzden ruhlar âlemiyle iletişim hâlinde olduğuna inanılan kişilere verilmiştir. Şaman, sadece ruhlar aleminden sorumlu değildi. Şifalı bitkileri bilmek ve hastalıklar için ilaçlar, merhemler hazırlamak da şamanın sorumluluğundaydı. Bugün halk arasında özellikle şifalı bitkileri kaynatılmasıyla elde edilen ilaçlar için koca karı ilacı şeklinde bir tabir bulunmaktadır. Koca karı, İslam öncesi Türklerde şifalı bitkiler konusunda bilgi sahibi olan ve bu bitkileri halk sağlığı için ilaç hâline getirebilen şifacı kadınlara verilen isimdi. Bu geleneğin Anadolu’da hâlâ yaşadığını söylemek mümkündür.

            Şaman tiplemesi ile ilkçağ toplumlarındaki rahip tiplemesi de birbirinden çok farklı değildir. Özellikle Kelt toplumlarındaki druidler şaman tiplemesiyle büyük benzerlik göstermektedir. Kelt paganizminde önemli bir yere sahip olan Druidler, şamanlar gibi şifacı ve aracı olarak bilinmekteydiler. Bununla birlikte gerek Mısır ve Roma uygarlıklarında gerekse semavi dinlerin yaygın olduğu topluluklarda din adamının ruhlar ile iletişimi devam etmiştir ve bunun şamanik bir gelenekten geldiğini öne sürmek mümkün. 

Şamanizm kelimesinin bir inanç sistemi olarak kullanılması ve literatürde bu şekilde yer etmesi sıkıntılı bir durum. Okullarda Türklerin İslam’dan önceki dininin Şamanizm olduğu söylenmektedir. Ancak bu kelime sistemli bir inancı değil, bir metodu tarif etmektedir. Türklerde şaman kelimesi hiçbir zaman kullanılmamıştır, ruhlarla iletişime geçen kişi kam olarak anılır. Bununla birlikte bir insanın Şamanizm dinine inandığını iddia etmekle Müslümanların imamist olduğunu söylemek arasında kavram açısından pek bir fark bulunmamaktadır. Şamanizm’i bir metot değil inanç olarak algılamak, Sibirya’daki topluluklarla Amazon yerlilerini sadece ruhlarla iletişime geçtikleri için aynı kavrama sıkıştırmak dışında bir işleve sahip olmayacaktır.

5 Şubat 2015 Perşembe

Mit ve Sembol

             
            

             Aborjin dilinde Uarapo diye bir sözcük bulunur. Bu sözcük kesin bir anlama sahip değildir ancak Aborjinler Uarapo’nun var olan her şeyi temsil ettiğini söylerler. Uarapo, Aborjinler için derin bir evren tasavvurunun ifadesi değil, bir semboldür. Var olan her şey bu kelimeyle temsil edilir ve kelime her şeyin yerine geçmektedir.

            Sembolün tanımını yaparken, belli bir varlığı, kavramı ve tasavvuru ifade eden veya onun yerine geçen bir imge olduğunu söyleyebiliriz. Dilin kapsamlı bir iletişim sağlayacak kadar gelişmiş olmadığı ilkel dönemlerde sembol önemli bir iletişim aracıydı. Mağara adamının literatüründe geyiği ifade edecek bir kelime veya ses yoktu. Kurdu veya kartalı seslerini çıkararak taklit edebilirdi oysa geyiği taklit etmek için çıkaracağı her ses kafa karışıklığı yaratacaktı. Bu yüzden geyiği mağara duvarlarına resmetmeyi veya geyiğin boynuzlarını elleriyle taklit etmeyi keşfetti. Canlandırdığı bu figür, geyiği temsil ediyor ve taklit etmesi imkânsız olan bu hayvanın zihinlerde canlanmasını sağlıyordu. Varlık ve sembol arasındaki ilişki böyledir, ancak sembolün mit ile ilişkisi biraz daha karmaşık bir boyuttadır. Mit ile sembol arasındaki ilişkinin, sembolün varlığı veya kavramı ifade etmek yerine onun yerine geçtiği zaman başladığını söylemek zor olmayacaktır.

            Sembol genellikle bir mitin, doğaüstü bir varlığı temsil eden bir imge olmaktan çok onun zuhur ettiği bir nesnedir. Çoğu zaman ruhlar âlemiyle ölümlü dünya arasındaki iletişim semboller yoluyla sağlanır. Örneğin totemler, kutsal ruhların ve tanrıların insan eliyle sembolize edildiği nesnelerdir ve bu ruhlardan bir şey isteneceği zaman sembolleri önünde diz çöküp adak adamak gerekir.
Sembolün tek işlevi ruhların zuhur etmesi için nesne görevi yapmak değildir. Bugün birçoğumuzun evinde bulunan nazar boncuğu esasında şamanik bir semboldür. Altay kamlarının başlıklarında ve kıyafetlerinde nazar boncuğuna benzer figürleri görmek mümkündür. Göz, birçok inanışta olduğu gibi eski Türk inanışlarında da kişinin dünyaya açılan kapısı, iyiliğin ve kötülüğün başlangıcıdır. Kem gözleri etkisiz hâle getirmenin tek yolu karşına kendisinin zıttı bir göz koyarak sahip olduğu kötülüğü yok etmektir. Nazar boncuğu bu yüzden göz şeklindedir ve kötü ruhlardan, kara büyülerden korunabilmek için göz sembolünün kullanılması birçok kültürde görünen bir durumdur.

            Roma döneminde kullanılan bir sikkede kartal tasviri bulunuyorsa bu Zeus’u temsil etmektedir. Zeus, tıpkı kartal gibi göklerin egemenidir, kartal ile arasında kurulan bu benzetme bir süre sonra onun kartal ile eşleşmesine ve zaman zaman kartalda zuhur etmesine sebep olmuştur. Zeus’un kartal ile olan ilişkisi mit ve sembol ilişkisinin tipik bir örneğidir. Bu ikisi arasında basit bir eşleşmeden öte, bir temsiliyet mevcuttur.
Sembol, mitin var oluş sebebiyken bir süre sonra temsilcisi hâline gelebilir. Gök haritası, mitolojik düşüncede tanrıların ve ruhların geçiş töreninden ibarettir. Bir yıldız takımı bir süre sonra kendisinden hareket edilerek yaratılan bir mitin sembolü hâline gelecektir.