İlkel insan, ruhlar âlemiyle devamlı
iletişim hâlindeydi. Ruhanî dünya onun için yaşadığı dünyadan ayrılabilmiş
değildi –bu ayrım birçok insan için hâlâ söz konusu değil- ve onlar ile olan
etkileşimi günlük hayatında önemli bir yer tutuyordu. Nasıl beslenebilmek için
avlanmak, balık tutmak veya ekin yetiştirmek zorundaysa beslenme kaynaklarının
tükenmemesi için onları kontrol eden tanrı ve ruhlarla iletişimini iyi tutmak
zorundaydı. Birçok halkın ve kabilenin dilinde din sözcüğünün bir
karşılığı yoktur. Çünkü bu halklar için ibadet ettikleri, şamanları
aracılığıyla iletişime geçtikleri ruhlar bir dinin veya sistematik bir inancın
parçası değil, bizzat yaşamın içinde yer alan unsurlardır. Ritüel
için kabaca bu düşünce yapısının pratiği diyebiliriz.
Tiyatro oyuncusu, canlandırdığı rolü
taklit etmek yerine “o olmalıdır”. Oyuncu, o anki kişiliğinden ve ruh hâlinden
sıyrılarak canlandırdığı karakterin bedenine zuhur etmeli ve onun yaşadığı
bütün duygu yoğunluğunu kendi benliğinde yaşayabilmelidir. Tiyatro kavramının
ortaya çıkışı Antik Yunan ritüellerine dayanır ancak bu rol biçiminin
kökenleri çok daha eskidedir. Hemen hemen bütün toplumlarda doğanın,
hayvanların, gök hareketlerinin taklit edildiği ritüeller bulunmaktadır. Doğa
ve dünyada mevcut olduğu düşünülen her şey, ritüellerle taklit edilir.
Avustralya’daki Ngatatara ve Batı Aranda kabilelerinin çocukları gençliğe adım
attığında yaptıkları törenler buna örnek gösterilebilir. Bu kabilelerde
çocuklar kutsanmazlarsa büyüyünce birer erintja –Avustralya inanışlarına
göre insan yiyen bir cin- olacaklarına inanılır. Bu kabilelerden birine mensup
erkek çocuğu, yetişkinliğe adım atma belirtileri gösterdiği zaman kendisinden
daha yaşlı birisi tarafından sembolik olarak öldürülür ve yenilir, böylece
kutsandığına ve tehlikeli bir erintja olmayıp hayatına normal bir insan olarak
devam edeceğine inanılır.
Ritüel, tek başına mitolojinin ya da
sanatın dalı değil, dinsel-toplumsal davranışın bir parçasıdır.[1]
Kökeninin oldukça eskilere, evrimin çağdaş insandan önceki aşamalarına
gittiğini düşünebiliriz. Şöyle ki; avcı-toplayıcı atalarımızın bereketli
avlardan sonra günler süren şölenler düzenledikleri bilinmektedir. Bu şölenler
özellikle mamut gibi avlanması zor, tehlikeli hayvanlarla mücadele eden avcılar
için motivasyon kaynağıdır. Şölenler tek başına ritüel olarak
değerlendirilebilir mi emin değilim, ancak ritüelin kökeni olduğu
düşünülebilir.
Ritüelin
arkaik dönemlerde veya pagan inançlarının yaygın olduğu yıllarda kaldığını
düşünmek hata olur. Bugün dahi ritüeller hayatımızda önemli bir yer
kaplamaktadır. Doğum ve ölüm ritüelleri,
yetişkinliğe adım atma ritüelleri, yağmur yağdırmak için yapılan danslar
ve dualar, modern toplumda hâlâ yaygındır ve birçok figürün kökeni binlerce yıl
öncesine dayanmaktadır. Ritüelleri tek sayfalık bir yazıyla incelemek mümkün
değil, çünkü hepsinin ayrı bir sebebi ve gelişimi vardır. Ancak ritüelin görüldüğü toplumun inançlarına
ve coğrafi/sosyal yaşam şartlarına bakarak yorumlamak faydalı olacaktır. Maddi
veya madde ötesi inanışlar devam ettiği sürece ritüelin var olacağını söylemek
zor değil.
[1] Theodor
H.Gaster, Thespis: Eski Anadolu’da Ritüel, Mit ve Drama, Çev: Mehmet Doğan,
Kabalcı Yayınları, İstanbul 2000, syf.26
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder