31 Ocak 2015 Cumartesi

Ritüel Kavramı Üzerine



        

            İlkel insan, ruhlar âlemiyle devamlı iletişim hâlindeydi. Ruhanî dünya onun için yaşadığı dünyadan ayrılabilmiş değildi –bu ayrım birçok insan için hâlâ söz konusu değil- ve onlar ile olan etkileşimi günlük hayatında önemli bir yer tutuyordu. Nasıl beslenebilmek için avlanmak, balık tutmak veya ekin yetiştirmek zorundaysa beslenme kaynaklarının tükenmemesi için onları kontrol eden tanrı ve ruhlarla iletişimini iyi tutmak zorundaydı. Birçok halkın ve kabilenin dilinde din sözcüğünün bir karşılığı yoktur. Çünkü bu halklar için ibadet ettikleri, şamanları aracılığıyla iletişime geçtikleri ruhlar bir dinin veya sistematik bir inancın parçası değil, bizzat yaşamın içinde yer alan unsurlardır. Ritüel için kabaca bu düşünce yapısının pratiği diyebiliriz.

            Tiyatro oyuncusu, canlandırdığı rolü taklit etmek yerine “o olmalıdır”. Oyuncu, o anki kişiliğinden ve ruh hâlinden sıyrılarak canlandırdığı karakterin bedenine zuhur etmeli ve onun yaşadığı bütün duygu yoğunluğunu kendi benliğinde yaşayabilmelidir. Tiyatro kavramının ortaya çıkışı Antik Yunan ritüellerine dayanır ancak bu rol biçiminin kökenleri çok daha eskidedir. Hemen hemen bütün toplumlarda doğanın, hayvanların, gök hareketlerinin taklit edildiği ritüeller bulunmaktadır. Doğa ve dünyada mevcut olduğu düşünülen her şey, ritüellerle taklit edilir. Avustralya’daki Ngatatara ve Batı Aranda kabilelerinin çocukları gençliğe adım attığında yaptıkları törenler buna örnek gösterilebilir. Bu kabilelerde çocuklar kutsanmazlarsa büyüyünce birer erintja –Avustralya inanışlarına göre insan yiyen bir cin- olacaklarına inanılır. Bu kabilelerden birine mensup erkek çocuğu, yetişkinliğe adım atma belirtileri gösterdiği zaman kendisinden daha yaşlı birisi tarafından sembolik olarak öldürülür ve yenilir, böylece kutsandığına ve tehlikeli bir erintja olmayıp hayatına normal bir insan olarak devam edeceğine inanılır.

            Ritüel, tek başına mitolojinin ya da sanatın dalı değil, dinsel-toplumsal davranışın bir parçasıdır.[1] Kökeninin oldukça eskilere, evrimin çağdaş insandan önceki aşamalarına gittiğini düşünebiliriz. Şöyle ki; avcı-toplayıcı atalarımızın bereketli avlardan sonra günler süren şölenler düzenledikleri bilinmektedir. Bu şölenler özellikle mamut gibi avlanması zor, tehlikeli hayvanlarla mücadele eden avcılar için motivasyon kaynağıdır. Şölenler tek başına ritüel olarak değerlendirilebilir mi emin değilim, ancak ritüelin kökeni olduğu düşünülebilir. 

Ritüelin arkaik dönemlerde veya pagan inançlarının yaygın olduğu yıllarda kaldığını düşünmek hata olur. Bugün dahi ritüeller hayatımızda önemli bir yer kaplamaktadır. Doğum ve ölüm ritüelleri,  yetişkinliğe adım atma ritüelleri, yağmur yağdırmak için yapılan danslar ve dualar, modern toplumda hâlâ yaygındır ve birçok figürün kökeni binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Ritüelleri tek sayfalık bir yazıyla incelemek mümkün değil, çünkü hepsinin ayrı bir sebebi ve gelişimi vardır.  Ancak ritüelin görüldüğü toplumun inançlarına ve coğrafi/sosyal yaşam şartlarına bakarak yorumlamak faydalı olacaktır. Maddi veya madde ötesi inanışlar devam ettiği sürece ritüelin var olacağını söylemek zor değil.


[1] Theodor H.Gaster, Thespis: Eski Anadolu’da Ritüel, Mit ve Drama, Çev: Mehmet Doğan, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2000, syf.26

26 Ocak 2015 Pazartesi

Arketip Kavramı ve Mitos İle İlişkisi Üzerine



           
           İnsanın beş yüz bin yıla yakın bir evrimsel geçmişe sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte modern insan anatomisine ait en eski bulgular 195 000 yıl öncesine aittir. Medeniyet kavramı insanlığın son 10 000 yılına ait bir mesele. Bu rakamlar evrimsel geçmişin ancak ellide birini medeniyete ayırabildiğimiz anlamına geliyor. Yaptığımız muazzam teknolojik buluşlar, edindiğimiz meslekler, inşa ettiğimiz görkemli şehirler, muazzam edebi eserler, ahlaki gelişimimiz ve yasalarımız bu zaman içinde ortaya çıktı. Ancak tüm bu gelişmeleri sağlamışken türümüzün –tahmini konuşmak gerekirse- 490 000 yıllık tarihini tamamen geride bıraktığımızı söylemek gerçekçi olmayacaktır. Atalarımızın bu sürede hayatta kalmak için yaptıkları mücadeleler ve geliştirdikleri davranışlar hepimizin bilinç-ötesinde davranış kalıpları olarak bulunmaktadır. Bugün bu kalıpları Carl Gustav Jung’un modern psikoloji literatürüne hediyesi olan arketip kavramıyla bilmekteyiz.

            Dünyanın birçok yerinde benzer inanış ve ritüellerin var olduğunu gözlemlemek zor olmayacaktır. Birbirinden haberdar olması imkânsız olan birçok kabile ve halkın ritüelleri şaşırtıcı biçimde birbirine benzeyebilir. Ezoterik komplo teorilerinden hoşlanıyorsanız bu durumu Kızılderililerin Türk olmasına veya Yunan tanrılarının aslında dünya dışı varlıklar olmalarına bağlayabilirsiniz ancak kolektif bilinçaltı kavramı bu durum için yeterince açıklayıcıdır. Bu kavram fobi örneğiyle kolayca açıklanabilir. Dünyanın farklı yerlerinde milyonlarca insanın örümcek görünce aynı tepkiyi vermesi başta şaşırtıcı gelecektir. Şehirde yaşayan bir insanın duvarında rastladığı örümcekten korkmak için hiçbir geçerli sebebi yok fakat zehirli örümceklerle aynı ormanlarda yaşayan atalarımızın bu canlılarla pek hoş deneyimleri olmadığını anlamak zor değil. Örümcek bir kolektif bilinçaltı öğesidir, bu canlıya karşı duyulan korku deneyimle kazanılmamış, önceki kuşaklardan gelen kalıtsal bilgilerden edinilmiştir.
                       
            Ateş, insanlık tarihini değiştiren buluşlardan biridir. Isınmak, yemek pişirmek ve vahşi hayvanlardan korunmak ateşin keşfi sayesinde mümkün olmuştur. Birçok kültürde ateşin kutsallığı buna bağlanabilir. Ateş, aynı zamanda güneşin yeryüzündeki bir parçası olarak görülmektedir. Dünyanın birçok yerinde ruhlarla iletişime geçmenin en iyi yolu ateşin etrafında dans etmektir. Şamanlar ateş etrafında davullar çalıp dans ederek ruhlarla iletişime geçer ve insanlara şifa dağıtırlar. Ateşle sürekli iletişim hâlinde olan demirciler, Tengri inancına sahip Altay ve Sibirya halkları arasında hâlâ kutsal bir yerdedir. Ateşin dünyanın her yerinde aynı şeyi ifade etmesi, kolektif bilinçaltında edindiği yer ile açıklanabilir.

            Mitoloji kelimesi Türkçe’ye söylencebilim (mythos: söylence, logos: söz, konuşma, bilim) olarak çevrilebilir. Bir halkın, havzanın, coğrafyanın, kültürün söylencelerinin ve doğaüstü inanışlarının literatürünü ifade eder. Ancak unutulmamalıdır ki mitos logostan, söylence sözden önce gelir. Elbette arketip kavramı mitosu açıklamak için tek geçerli kavram değildir ancak mitoloji ağacının en derin kökleri kolektif bilinçaltında bulunmaktadır.


23 Ocak 2015 Cuma

İlkelin Mistik Deneyimi



            Miti inceleyebilmek için, onu yaratan psikolojiyi anlamak ve en ilkel köklerine kadar inmek gerekir. Esasında mitin ortaya çıkışı antropolojinin konusudur ve bu kökeni kısaca özetlemek gerekirse işin temelinde ilkelin mistik deneyimi yatmaktadır. Ancak başlarken bugün bir anlam karmaşası sonucu çoğu kişinin aklında gerçek anlamından sapmış bir anlam ifade eden bu kavramları açıklığa kavuşturmak faydalı olacaktır.

            Mistik kelimesi Yunanca mysteria kökünden gelir ve bugün kullandığımız dilde gizem, gizemli gibi anlamlara sahiptir. Yani mistik bir deneyim yaşamak için doğaüstü bir deneyim değil, doğaüstü olarak algılanacak bir deneyim yaşamak gerekir. Örneğin kabilesinin insanları dışında hiçbir insanla karşılaşmamış bir Polinezya yerlisi için Avrupalı bir kâşife rastlamak mistik bir deneyimdir. Çünkü rastladığı bu kâşifin yaşadığı dünyanın gerçekliğinde bir karşılığı yoktur ve onu ancak yaşadığı dünyanın ötesindeki bazı kavramlar ile açıklayabilir.

            Mitin bir anlamlandırma çabası olduğunu her zaman göz önünde bulundurmak gerek. Bugün bile açıklaması kolay olmayan meselelerin ardında mistik olaylar aranırken (Piramitleri uzaylıların inşa ettiği söylentisi gibi) ilkel insanın karşılaştığı olaylarda doğaüstüne başvurması gayet olağan bir durum. Doğaüstü, ilkel insan için en az görülen ve hissedilen yaşam kadar gerçektir. Gözlerinin gördüğü her manzarada tanrılar ve ruhlar bir araya gelmektedir, bugün biz yağmura nem yüklü bulutların sebep olduğundan ne kadar eminsek bizden birkaç bin kuşak önce yaşayan dedemiz buna gökyüzünde yaşayan devlerin sebep olduğundan o kadar emindir. Bu doğaüstülük bugün dindar bir insanın kar tanesinde Tanrı’nın mucizesini görmesi gibi alegorik bir anlam taşımaz, bizzat gerçek ve doğaüstü iç içe geçmiş durumdadır.

            Ölülerden yayılan mikroplardan pek kimsenin haberinin olmadığı Ortaçağ Avrupası’nda, mikropları taşıyan kedilerin şeytan ile ilişkilendirilmesi akla gelebilecek en mantıklı açıklamaydı. Dünyanın güneşin etrafında dönüşünden haberdar olmayan bir Maya yerlisi için güneş tutulmasının en mantıklı açıklaması Tanrı Kukulkan’ın hissettiği dayanılmaz açlıktır. Bugün bizim algılayışımızda batıl veya mistik olan her şey ilkel insanın bilimidir.

            Günümüz dünyasında inanç bir açıklamadan çok bir kabulleniştir ve kişi ne kadar dindar olursa olsun yaşamının temelinde maddi dünya bulunur. Tanrı, melek, cin gibi doğaüstü kavramlar en dindar insan için bile maddi dünya ile öteki arasındaki sınırın diğer tarafındadır. Öteki dünya kavramının oluşumu ayrı bir yazının konusu, ancak miti anlamaya çalışırken onun bir kabulleniş değil açıklama olduğunu kavramak gerekir. Bir toplumun mitleri, yerel inanışları incelenirken toplumun yaşadığı coğrafi ve sosyal koşulların göz önünde bulundurulması gerekir.  

20 Ocak 2015 Salı

Bilincin Derin Kuyusundan Kültüre

 
hindu inancında reenkarnasyon
           

            İnsan ruhunu ve bu ruhun tasavvurlarını anlamaya çalışmak dipsiz bir kuyuya inmek gibidir. Ne kadar derinlere inilirse inilsin daima kökü daha derinlerde olan şeylerle karşılaşılacaktır. Şüphesiz ki din, masallar, söylence ve mitlerin kökenleri de kuyunun dipsizliklerinde bulunuyor ve bulunan her kök daima daha derinlere uzanıyor. Bugünkü yaşantımız zannettiğimiz veya zannetmek istediğimiz gibi türümüzün ilkel köklerinden bağımsız değildir, aksine korktuğu fırtınaları gökyüzünün öfkesi olarak gören ilkel hepimizin bilincinde yaşamaya devam etmektedir. 

            İnanç, toplum hayatının ayrılmaz bir parçası olarak binyıllardır varlığını sürdüren bir olgudur. Bugünün dünyasında yüzyıllar öncesine nazaran daha tartışmalı bir gerçekliğe sahip olsa da, binlerce yıl öncesinin bilimidir. Özellikle pozitivizmin ve materyalizmin yaygınlaşması ve öteki meçhul bir dünyanın değil maddesel dünyanın merkeze konulması dini eski kesin gerçekliğinden sıyırarak gündelik bilginin dışında vicdani bir mesele hâline getirmiştir. Bugün din ve bilim, kabaca ifade etmek gerekirse dünyayı açıklamaya çalışan iki zıt disiplin olarak algılanmaktadır. Bu temelde bir metodoloji meselesidir ve başka bir yazının konusudur. Dindar görüşe göre inanç insanın doğuştan tanrı tarafından sahip olduğu bir olguyken, inancın bilimsel kökenleri incelendiğinde insanoğlunun ilkel dönemlerinde kök salmış ve gelişimi boyunca büyüyen bir olgu olduğu görülmektedir. Değinilmesi gereken konu şu ki; inanç sadece insan yapımı değil, insanın zihinsel gelişiminin bir parçası olarak mevcuttur. Dindarlar insanın inanmaya doğuştan eğilimli olduğu konusunda yanılmamaktadırlar ancak bu eğilim dini hikâyelerdeki gibi tanrının insanlara ruhlarını üflemesinden veya fıtrat gibi meselelerden değil, bizzat insanın doğasından ve bilincinin yapısından kaynaklanmaktadır.

            Carl Gustav Jung’un genel olarak üzerinde durduğu arketip kavramı ilgimi çekmeye başlayana kadar mitoloji ve inancın kökenleriyle ilgili birçok meselenin benim için açıklanamaz olduğunu itiraf etmeliyim. Birbiriyle herhangi bir iletişimi olmayan kültürlerin şaşırtıcı bir biçimde benzer ritüellere sahip olması soru işaretleri yaratıyor ve birçok şeyin havada kalmasına sebep oluyordu. İnancın derinliklerine inildiğinde en nihayetinde ilkel insanın korkuları ve davranışları bulunmaktadır. İnanç gerçekdışıdır ancak bir hurafeler yığınından ibaret değildir. Mit, bir zamanların bilimi ve insanların olaylar karşısındaki mantıklı açıklamasıdır. İnançlar ve mitler okunurken bunların kültürde ve insan bilincindeki kökleri göz önüne alınmalıdır. 

            Eskiden beri ilgilendiğim din, mitoloji, folklor, ezoterizm gibi konularda düşündüklerimi yazmaya karar verdiğimde, kendimce bunların kökenlerine inmeye çalışmanın daha faydalı bir iş olacağına karar verdim. Bu yüzden okuyacağınız yazıların esas sebebi söylence değil ötesi ve onunla olan ilişkisidir.