23 Mayıs 2015 Cumartesi

Türk Mitolojisi II: Kozmolojinin Ana Hatları




            Kozmoloji kelimesini iki ana başlığa ayırabiliriz. Bugün evreni tanımlamak ve anlayabilmek için bilimsel kozmolojiyi kullanmaktayız. Dinlerin ve inanışların evren tasavvuru ise metafiziksel kozmoloji olarak adlandırılır. Şüphesiz ki bir inancı kavrayabilmek, tasavvurlarının neye karşılık geldiğini bilebilmek için o inancın kozmolojisini yani evrene bir bütün olarak bakışını bilmek gerekir. Dünyanın var oluşuna, yeryüzündeki ve gökyüzündeki dengeye dair her fikir kozmolojinin parçasıdır.

Türk kozmolojisinde birçok farklı kültürün ve inancın etkilerini görmek mümkün. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; Türkler evrenin ve evrendeki her şeyin bir bütünlük içinde olduğuna inanırlardı. Gündelik yaşamdaki hiyerarşi ile gökyüzündeki durum hakkındaki tasavvurları birbirine benzemekteydi. İnanç, Türkler için her zaman önemli bir mesele olmuştur bu bakımdan kozmoloji sadece Türkler’in geleneksel dinini öğrenmek için değil, toplum yaşamları hakkında bilgi sahibi olmak için de önemlidir.

Zıtlıkların Birliği ve Bütünlüğü

            Yaruk, eski Türk dilinde ışık anlamına gelir. Bu ışık gökten gelen tanrısallığı, kut’u simgeler. Karang ise yeryüzüne ait bir kavramdır. Yaşam yaruk ile karangın bir araya gelmesiyle oluşur. Bu semavi inanışlardaki beden ve ruh ilişkisine benzer gibi görünse de, farklı bir durum söz konusu. Çünkü bu ikilik tanrının insanı yaratıp ona ruhu üflemesinden ibaret değildir, zira evrenin tamamında böyle bir işleyiş söz konusudur.
Geleneksel Türk dinine göre evrende zıtlıkların uyumu söz konusudur. Kavramlar ikili ve dörtlü zıtlıklarla varlıklarını sürdürürler. Ancak bu zıtlıklar Mani dininde veya Zerdüştlükte olduğu gibi iyi-kötü veya aydınlık-karanlık olarak ayrılmamaktadır. Türkler evrenin özündeki bu düalist yapılara ahlâki tanımlar yüklememişlerdir. Bununla birlikte bir dişil-eril ilişkisinin birçok konuda mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
Gök ve yer arasında böyle bir ilişki söz konusudur. Yer ve gök birbirini var eden iki zıtlıktır. Gök eril, yer ise dişi olarak konumlandırılmaktadır. Hatun’un Türk siyasi yaşamında önemli bir yere sahip olması bu evren tasviriyle ilişkilidir. Zira Tengri göğü, Umay Ana ise yeri sembolize eder. Tengri ile Umay Ana arasında böyle bir ilişki söz konusudur, evrenin hükümdarı Tengri olsa da, Umay Ana siyasi yaşamda Hatun’un olduğu konumdadır ve evrenin yönetiminde söz sahibidir.

            Ancak bu düalizm bir merkezin varlığından bağımsız değildir. Dünya yeryüzü, gökyüzü ve yer altı olarak üç bölüme ayrılır. Bu katmanların her birinin ayrı bölümleri mevcuttur. Ancak evrenin merkezinde kutup yıldızındaki sarayında oturan Tengri bulunmaktadır. Evrende sürekli bir hareket ve döngü söz konusudur. Mevsimlerin oluşumu, yıldızların hareketi, gündüzün ve gecenin oluşumu, hava değişimleri, hayvanların göçleri tüm bunlar evrenin tek bir merkez etrafında dönüşünün parçalarıdır.

            Eski Türk dilinde tözlüg bulmak şeklinde bir tabir vardır. Bu tabirin İslam tasavvufçularının vahdet-i vücut inancına paralel bir anlayışı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Zira Türkler evrenin bir bütün olduğuna inanırlardı. Yukarıda belirtildiği gibi var olan her şey evrenin merkezi etrafında döngü hâlindeydi. Varlığın kendisi bir harekettir ve bu hareket bütünlüğü simgeler.
Gök cisimlerinin hareketleri, mevsimler, gece ve gündüz geçişleri, rüzgârların hareketleri, hayvan göçleri hepsi bu döngünün bir parçasıdır. Kağanın arabası bile bu döngüye uygun biçimde tasarlanır. Evrendeki her şey birbirinin yansıması ve parçasıdır.
Türkmen Aleviliği’nin bu anlayıştan fazlasıyla etkilendiğini söylemek mümkün. Zira cemevlerinin dizaynından semah ayinlerine kadar böyle bir döngünün söz konusu olduğunu görebiliriz. Ancak geleneksel Türk dininin tamamen panteist bir karakter taşıdığını düşünmüyorum. Zira bu inanışta evrenin tek bir organizma olarak değil, birçok öğenin uyum içinde hareket ettiği bir sistem olarak tasvir edildiğini söyleyebiliriz.

Gökyüzü

            Tengri kelimesinin gökyüzü kökeninden geldiğini, Türkler’in yüksek dağlar ve ağaçlar için de bu kelimeyi kullandığını söylemiştik. Zira evrenin merkezinde Kök Tengri’nin sarayına ev sahipliği yapan gökyüzü bulunmaktadır. Kutupyıldızı Tanrı’nın sarayıdır, onun etrafında yer alan yıldızlar ve takımyıldızlar ise Tanrı’nın ailesi, akrabaları ve yakınları olarak tasvir edilmektedir.
Çadırların kubbesinde sekiz direğin birleştiği ve uçlarının çember içine alındığı bir kısım vardır. Bu dizaynın sebebi ise gökyüzünün tasviridir. Türkler’e göre gökyüzü Tanrı’nın oturduğu kutupyıldızından ve merkezinde sarayın bulunduğu sekiz bölümden oluşur. Elbette bütün Türk boyları gökyüzünün bölümleri konusunda hemfikir değildi. Özellikle Batı Türkleri’nde yedi katlı bir gökyüzü tasviri mevcuttu. Hatta Bizans ile yapılan yazışmalarda “Yedi göğün hâkimi Tengri adına” tarzı ifadeler sıklıkla kullanılmıştır. Ancak yedi katlı göğün diğer dinlerin etkisiyle benimsenmiş bir inanış olması da mümkün. Zira İran mitolojisinde gök ve yer yedişer katlıdır, Dante’nin İlahi Komedya eserinde de böyle bir durum söz konusudur, dolayısıyla Batı Türkleri’nin yedi katlı gök inanışını başka toplumların etkisiyle benimsemiş olduklarını söyleyebiliriz.
Gündüzün merkezi güneş, gecenin merkezi ise kutup yıldızıdır. Tengri günün dönüşümüne göre buralarda görülmektedir. Bununla birlikte mevcut her şey gökyüzünden gelmiş veya buradan gelen cisimlerin başkalaşımıyla var olmuştur. Gökyüzü kutun yani yaşam enerjisinin kaynağıdır. Bu bakımdan döngünün temel merkezidir.



Yeryüzü

            Altay ve Sibirya gibi geleneksel Türk dininin hâlâ yaygın olduğu bölgelerde Nevruz kutlamalarında sıkça gerçekleştirilen bir ritüel vardır: toprağa bir tünel açılır ve insanlar yeniden doğuşu canlandırmak için bu tünelden geçer. Zira toprak aynı zamanda annedir ve topraktan çıkan her şey bir annenin rahminden çıkmaktadır.
Evrende de bir hakan-hatun ilişkisi olduğundan bahsetmiştik. Umay Ana ile Tengri arasında her zaman bir karı-koca ilişkisinden bahsedilmese de aralarındaki görev dağılımı bu şekildedir. Umay kelimesini plasenta kökeninden gelmektedir. İnsanların yeryüzündeki esenliğinden Umay Ana sorumludur. Toprak Ana ve Yer Ana gibi tanımlamalar da aynı figüre işaret etmektedir.  Toprak Ana figürünü konu alan yazımda da belirttiğim gibi Umay Ana bir ana-tanrıça değil, yeryüzünün, kâinatın ruhu ve bütünlüğün önemli bir parçasıdır.
Gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de ruhani bir hiyerarşi bulunmaktaydı. Orman ruhları, toprak ruhları ve su ruhları gündelik hayatı etkileyen karakterlerdi. Şamanlar çoğunlukla bu ruhlar ile meşgul olmaktaydılar. Bununla birlikte Umay Ana’nın Yer-suv gibi yardımcıları da bulunmaktaydı.
Ateş, su ve dağ gibi figürler yeryüzünün birer parçasıdır. Ateş, sadece Şamanların ruhlarla iletişime geçtiği bir araç değil, yaşamın temel öğelerinden biridir. Zira bugün dâhi Yörük çadırlarında ocak otağın ortasında yer almaktadır. Ocak, sadece yemek pişirmek için değil, ateş ayini yapmak için de kullanılan bir araçtır. Otağ düzeninde ateşin çadırın her yerine eşit uzaklıkta olması gerekir, zira evrende nasıl bir nizam hâkimse aynı durum otağ için de söz konusudur. Kaldı ki evreni büyük bir otağ olarak tasvir eden inanışlara rastlamak da mümkündür.
           
            Ancak toprak her zaman iyi bir anlam ifade etmez. Toprak, yeraltının ve yeryüzünün ortasında yer almaktadır. Zira yerin altında Yerlik/Erlik han bulunmaktadır ve dünyada iyi şeyler yapmayan insanların ikametgâhı onun yönettiği yer altı olacaktır. İnsan ulu gök ile yağız yer arasında yer almaktadır. Birçok inanışta insan ruhunun yeryüzüne ait olduğu anlatılır, zira kurganların var olması ölümden sonra fiziksel bir yaşam olduğunu belirtmektedir. Ancak bazı yerlerde ölenlerin yeryüzünde bir süre daha kaldıktan sonra başka bir âleme intikâl edeceğine inanılır. Ölüleri ve eşyaları baş aşağı gömme geleneği bu inançtan kaynaklanmaktadır, zira öteki âlem bu dünyaya göre ters bir konumdadır ve burada baş aşağı gömülen cisimlerin orada düz bir zemine oturacağına inanılır.

            Sonuç olarak, Türk kozmolojisi bütüncül bir tasvire sahip olsa da panteist olarak adlandırmak hata olacaktır. Zıtların birlikteliği ve hiyerarşi söz konusudur. Ölümsüzlerin dünyasında da ölümlülerinki gibi bir yaşam vardır, zira Tengri’nin de beslenmek gibi özellikleri olduğuna inanılır. Ancak bu inanışlarda düalistik bir düzen olduğunu ve her şeyin kendi zıddıyla var olduğunu da unutmamak gerekir. 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Türk Mitolojisi I: Tengrizm'in Genel Tasviri


            Türk toplumunda ortodoks bir İslam anlayışının benimsenmesi yüzyıllar almıştır. Türkmen Aleviliğinde eski Türk inanışlarının karakteristik açıdan büyük bir etkisi olduğunu belirtmek gerekir ancak bu inanışların bugün toplumun tamamında gündelik dilden geleneklere kadar etkisini sürdürdüğünü görebilmekteyiz.
Türk inanışlarını Şamanizm olarak adlandırmak sık yapılan bir hatadır. Bunun neden yanlış olduğunu yazının ilerleyen kısımlarında anlatacağım. İslam öncesi Türk inanışlarını adlandırmak için en uygun kavram Tengricilik olacaktır.
Türk ve Moğol inanışları arasında kesin çizgiler söz konusu değildir. Elbette gündelik ritüellerden söylemlere kadar bu iki halkın inançlarında birçok farklılık bulunmaktadır ancak Türklerin ve Moğolların yaygın dinleri benimsemeden önceki inançlarında evren ve tanrı tasavvuru aynıdır. Bu inançların başta Altay ve Sibirya havzası olmak üzere birçok yerde varlığını sürdürmeye devam ettiğini gözlemleyebiliriz.

Şamanizm: Sık Yapılan Bir Literatür Hatası

Öncelikle Şamanizm’in başlı başına bir dini veya inanışlar bütününü kapsamadığını belirtmek gerekir. Şamanizm bir metottur. Türkler de dâhil olmak üzere birçok halkın ve kabilenin doğa ruhlarıyla iletişime geçmek ve tabiatın nimetlerinden faydalanabilmek için başvurdukları bir pratiktir. Şamanlar dini önder veya aracı vasfı taşımazlar. Kelt rahipleri Druidler gibi herhangi bir rahip/ruhban işlevleri yoktur. Şamanlar Tanrı ile değil, doğa ruhları ve tabiat ile iletişime girmekle yükümlüdürler. Bu bakımdan Şamanizm’i bir din olarak nitelemek, bilhassa herhangi bir toplumun bu dine inandığını belirtmek ciddi bir literatür hatası olacaktır.
Bununla birlikte Türkler şaman kelimesi yerine kam, baksı, toyun, hatun gibi kelimeler kullanmaktadırlar. Divanı Lugat’it Türk’te kam kelimesi kâhin, şifacı, büyücü gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Belirttiğim gibi, Şamanizm bir inanç veya öğreti değil bir metottur ve herhangi bir topluluğun inançlarından bahsederken kullanılabilecek bir kelime değildir.

Tanrı Tasviri

Tengri kelimesinin eski Türk dilinde birçok farklı kavramı tanımlamak için kullanıldığını görebiliriz. İlk olarak Çin kayıtlarında Hsiung-nu(Hun) halkını anlatan hikâyelerde rastlanan bu kelimenin kökü gökyüzünden gelir. Ancak bu kelimenin farklı kavramlar için kullanılmış olması Türk dininin politeist –çok tanrılı- bir inanış olduğu sonucuna götürmemektedir. Türkler yüksek dağlar, çeşitli ruhani varlıklar için de Tengri kelimesini ve onun farklı şivelerdeki çeşitlerini –tarı, deyri, tangara, Kayra Han- kullanıyorlardı ancak Türk kozmolojisinde her şeye hâkim bir Kök Tengri (Gök Tanrı) bulunmaktadır.

Tengricilik inancını İslam’a benzeten metinlere sıklıkla rastlamak mümkündür. Bilhassa ders kitaplarında bu yanlış kanı sıklıkla yer almaktadır. Ancak Türk ve Moğol dinleri karakter bakımından İslam ile hiçbir benzerlik taşımazlar. Bu inanışların karakteristiğinde animizm önemli bir yere sahiptir. Hayvanların, bitkilerin ruhları olduğuna inanırlar fakat İslam’da böyle bir durum söz konusu değildir. Bununla birlikte Türkler tanrılarını zaman zaman çeşitli suretler ile tasvir etmişlerdir, hatta Kayra Han’ın oğulları vardır ve İslam’da böyle bir durum söz konusu dâhi edilemez. Ayrıca İslam kozmolojisine göre Allah herhangi bir yerde bulunmamaktadır, zaman ve mekân gibi kavramlardan münezzehtir. Kök Tengri ise göğün ruhu olarak anılmaktadır. Semavi dinlerde bu tür kavramlar alegorik dâhi olsa kullanılmamaktadır. Türk ve Moğol inanışları pagan monoteizmi denilen sisteme dâhildir, bir tek tanrı söz konusudur ancak bu durum onları semavi dinlerle benzer kılmamaktadır.

            Tengri, dünyada ve evrende var olan her şeyin hâkimidir. Türkler Toprak Ana’dan çeşitli doğa ruhlarına kadar tabiatın güçlerini yönlendiren ruhlara inanmışlardır ancak asıl hâkim göğün ruhu olan Tengri’dir. İnsanların bedenini yapan ve onlara çamurdan bir ruh üfleyen Tengri olmuştur. Nehirlerin akışından ekinlerin verimine kadar her şey onun hâkimiyetindedir. İbn Fadlan seyahatnamesinde Oğuzlar’ın herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında gökyüzüne bakıp “Tengri Bir” dediklerini belirtmiştir.
Tengri yaşam gücünün (kut) ve talihin (ülüg) sahibidir. Aynı zamanda bunları insanlar arasında paylaştıran güçtür. Tabiata hâkim olduğu kadar gündelik siyaset üzerinde de hâkimiyet sahibidir. Örneğin bir kişinin tahta geçebilmesi için kut alması gerekir. Günümüzde kullanılan kutsal, kutlamak gibi sözcükler bu kavramdan gelmektedir.
Yeryüzündeki olayları ve nesneleri kontrol eden ruhlar bulunmaktadır ancak bu durum Tengri’nin yeryüzünde egemen olmadığını göstermez. Türk inanışlarında gökyüzünde tıpkı yeryüzünde olduğu gibi bir hiyerarşi söz konusudur. Bu şekilde düşününce Tengri bütün hiyerarşinin başındadır, her şeyin yaratıcısı, sahibi ve efendisidir.

İnancın Ana Hatları

            Animizmin Türk dininin önemli bileşenlerinden biri olduğundan bahsetmiştik. Türk inanışlarında çeşitli kutsal nesneler vardır. Bazı hayvanlara, bitkilere, gök cisimlerine kutsallık atfedildiği görülmüştür. Ancak mabet ve put kültürü söz konusu değildir. Arkeolojik bulgularda herhangi bir tapınağa veya puta rastlanmamıştır.
Türk Şamanizm’i burada ayrı bir karakter kazanmaktadır. Şamanlar ateşin etrafında çeşitli ritüeller sergileyerek ruhlarla iletişime geçerlerdi. Ancak bu ruhları tasvir eden herhangi bir totem vs söz konusu değildi. Bununla birlikte Tengricilik inancına sahip Türklerde güçlü bir sembolizmin söz konusu olduğunu da belirtmek gerekir. Örneğin bugün nazar boncuğu olarak bildiğimiz sembol İslam öncesi Türk toplumlarında kem gözlerden korunmak için kullanılmaktadır hatta bazı kamların başlıklarında vs benzeri sembollere rastlamak mümkündür.

Ancak Türklerin totemizmden tamamen münezzeh olduğunu düşünmek de yanlış olacaktır. Türklerde ongun inancı oldukça yaygındı. Her boyun ve kabilenin kendine özgü bir ongunu vardı. Ongunun kabileyi, boyu koruyan bir hayvan ruhu olduğuna inanılır, onu memnun etmek için ayinler düzenlenirdi. Ancak bunu bir putperestlik olarak yorumlamak doğru olmayacaktır. Ongun’a kabilenin atası, koruyucu ruhu olarak saygı gösterilir ve ölümden sonra bu saygının karşılık bulacağına inanılırdı. Ata kültünün Türkler için önemli bir yere sahip olduğunu düşününce ongunların nasıl bir yere sahip olduğu anlaşılabilir.
           
            İnsanların varlığına dair birçok farklı inanç söz konusudur. Tanrı’nın çocuklara sahip olduğu ve insanların bu çocukların torunları olduğuna dair inanışlar da oldukça yaygındır. Yerde ve gökte güçlü ruhlar bulunmaktadır, bunlar tabiat ve insanlar üzerinde etki sahibidirler. Belirtildiği gibi evrende bir hiyerarşi söz konusudur. Gökler âlemi, yeryüzü ve yer altı tanrı ve çocukları tarafından paylaştırılmıştır.


            Özetlemek gerekirse, Tengricilik inancını ne politeist, totemci inanışlarla ne de semavi dinlerle aynı sınıfa koymak mümkün değildir. Türk inanışlarını anlamadan önce Pagan monoteizmi kavramını temellendirmek gerekir. Romalılar ve Mısırlılar da zaman zaman tek tanrılı dinlere inanmışlardır ve bu inancın dünyada birçok örneği bulunmaktadır. Animizm ve Şamanizm eski Türk dininin bileşenlerindendir ancak ikisi de bu inancı tanımlamak için tek başına yeterli olmayacaktır. 

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Türk Toplumundaki "Üç Harfli" Mitosu ve Kökenleri

Davetname'deki cin tasvirlerinden biri
            İnsanlara musallat olan ve zarar veren bedensiz varlıklara birçok inanışta rastlanmaktadır. Karayip inançlarında çocukları kandırarak uzak yerlere götüren Douenlerden Maori mitlerinde yer alan insan yiyen Erintjalara kadar birçok figürü buna örnek gösterebiliriz. Özellikle şaman ayinlerinde bu varlıklardan korunmak için yapılan ritüeller büyük yer tutmaktadır. Ancak bugün dâhi toplumumuzda yaygın olan cin inancının birçok farklı etkileşimi mevcuttur.

Öncelikle cin kelimesi her zaman doğaüstü bir kavrama atıf yapmayabilir. Cin aynı zamanda görünmeyen anlamına gelmektedir. Örneğin Anadolu’da yemeğin ağzı kapatılmazsa cin gireceği söylenir. Burada kast edilen doğaüstü bir varlığın yemeğe dâhil olacağı değil, gözle görülmeyen mikropların ve hastalıkların bulaşacağıdır.

Cin inancı hakkında yazmış olmamın birkaç sebebi var. Öncelikle ciddi bir üretkenlik sıkıntısı yaşayan ve bu yüzden yaygın bir inanışla korkutma yoluna giden Türk korku filmlerinin satışlarından birkaç bilet eksiltebilirsem kendimi dünyanın en mutlu insanı olarak göreceğim. Bununla birlikte yaygın olan cin kavramının doğrudan Kuran ile tanımlanan bir figür olmadığını, İslam öncesi Arap inanışlarından eski Anadolu mitlerine kadar birçok inançla etkileşim hâlinde olduğunu düşünüyorum.

Kuran’da Cinler

            Müslümanların kendi aralarında bir çözüm bulamadıkları ve yüzlerce yıldır tartıştıkları hadis kaynaklarına girme niyetinde değilim bu yüzden İslam söylencelerinin temel kaynağı olan Kuran’da yer alan cin kavramı üzerinden gideceğim. Kuran, cinlerin tıpkı insanlar gibi yaratılmış olduğunu anlatır. Cinler de tıpkı insanlar gibi Allah’ın hükümlerine uymak için yaratılmışlardır.
Şeytan, Kuran’da çoğunlukla zannedilenin aksine bir melek değil, cin olarak geçer. Bilindiği gibi toprağın ateşten üstün olduğunu ve Âdem’in topraktan yaratıldığını söyleyerek onun önünde eğilmeyi reddetmiştir. Melekler nurdan yaratılan ve çoğunlukla kendi iradelerine sahip olmayan canlılarken cinler ateşten yaratılmışlardır ve insanlar gibi irade sahibidirler.

            Buradan cinlerin insanlardan önce yaratılan varlıklar olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bununla birlikte, cinler insanlarda var olmayan birtakım yeteneklere sahiplerdir. Ateşten yaratılmış olmak onları yetenekli kılmaktadır. Kuran’da birkaç yerde cinlerin insanları yoldan çıkardığından bahsedilmektedir. Ancak Kuran’a göre bu varlıkların bugün yaygın olarak inanıldığı gibi insanlara fiziksel olarak etki etme yetenekleri mevcut değildir. Sadece şeytan gibi vesvese verebilmektedirler.
Kuran’a göre insan yaratılmışların en yücesidir. Cinler insanlardan daha yetenekli olsalar da, insanların arasından çıkan peygamberlere biat etmekle yükümlüdür. Süleyman Peygamber, cinlerden kurulan ordulara hükmetme yeteneğine sahiptir. Bununla birlikte cinler tıpkı insanlar gibi son peygamber olan Muhammed’e biat etmekle yükümlü kılınmışlardır.

Ezoterik Kaynaklar ve Havas İlmi

            Cin inancının İslam öncesi Arap toplumunda da yaygın olduğu bilinmektedir. Bu varlıkların çöllerde yaşadıklarına, bedevilere ve tüccarlara musallat olduklarına inanırlardı. Bu inanışın kökenine dair birçok tahminde bulunmak mümkün. Bilhassa çöl ortamının halüsinasyon görmek için oldukça uygun olması ve bazı zehirli canlıların halüsinasyonlara yol açması bu söylentilerin yayılmasını sağlamış olabilir.
Arap paganları, bazı hayvanların cinlerle ilişkili olduğuna, bilhassa yılan, akrep gibi canlıların bu varlıkların sureti olabileceklerine inanırlardı. Bununla birlikte cinler gerekli ritüeller uygulanarak düşmana zarar vermek, geleceği görmek gibi amaçlar için kullanılabilirlerdi. Arap toplumunda bu gibi işlerle uğraşan kâhinlerin ve büyücülerin oldukları bilinmektedir. Arap mitolojisindeki cin inancının İslam’ın yayılmasıyla etkisini sürdürdüğünü, hatta çeşitli öğretilerle geniş bir coğrafyaya yayıldığını görmek mümkün. Hatta bugün Türk toplumunda yaygın olarak inanılan cin figürünün Arap mitlerinin bu tür ezoterik kaynaklar yoluyla yayılmasıyla oluştuğu tahmin edilebilir

            Cinlerin insanların işleri için kullanılıp kullanılmayacağı İslam dünyasında ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Kuran’a göre Süleyman Peygamber başta olmak üzere bazı peygamberler cinlere hükmederek onları hizmetçi olarak kullanabilmekte, hatta saray yaptırabilmektedirler. Bazı yorumcular cinlere hükmetmenin ancak peygamberlerin işi olduğunu söylerken bazıları ise bunun mümkün olduğunu ancak günah olduğunu düşünmektedir. Cinlerin özelliklerini anlatan ve onlardan faydalanmak için bazı ritüeller gösteren havas kaynakları mevcuttur.

İmam Şibli’nin Cinlerin Esrarı kitabı bu kaynaklar arasında önemli bir yere sahiptir. İmam Şibli bu kitabı çeşitli âlimlerin ve Mutezile gibi aklı ön plana alan İslam öğretilerinin fikirlerini çürütmek ve cinlerin varlığını ispat etmek için yazmıştır. Bu kitapta ciddi bir mitolojik kurguya rastlamak mümkündür.
Kitaba göre cinlerin atası Âdem’den 2000 yıl önce yaratılmıştır. Cinlerin hammaddesi zehirli ateştir. Bu varlıklar yılan kılığında, kara bir köpek şeklinde ve uçan bir rüzgâr suretinde olmak üzere üç çeşide ayrılırlar. Bunların cinler âlemindeki kavimleri teşkil etmesi mümkündür.
Bugün toplumda cinlerle ilgili yaygın olan söylentilerin bu kitaptan kaynaklanması mümkün. Zira İmam Şibli, cinlerin insanlara musallat olabileceğinden, hatta dikkat edilmezse insanlarla birlikte yemek yiyip onlarla ilişkiye girebileceğinden bahseder. Cinlerin “Hin” adı verilen bir alt sınıfı bulunmaktadır ve bunlar yoldan çıkmış, şeytanın yoldaşı olmuş varlıklardır. İnsanlara musallat olup onları korkutan, onlarla alay edenler de genellikle bunlardır. Islık çalmanın veya tuvalete sol ayakla girmenin cinleri çağıracağına dair yaratıcı söylentilerin birçoğu bu kitapta geçmektedir.

Firdevsi’nin Davetname eseri de cinler için rehber niteliğinde başka bir eserdir. Bu eserde cinlerin çeşitleri ve işlevleri anlatılmakta, onları çağırmak için gerekli olan ritüeller belirtilmektedir. Bu kitap güneşin ve ayın gökyüzündeki konumuna göre yapılacak ritüelleri anlatmaktadır. Eğer günah-sevap sayacını kendi aleyhinizde çalıştırmak veya zahmet istediğiniz kişiyi kendinize âşık etmek isterseniz eşsiz bir kaynak olduğunu belirtmek gerekir.[1]

Türk Toplumundaki Cin İnancının Genel Bir Tasviri

            Tabloya bakınca toplumdaki cin inancının Kuran’dan çok ezoterik öğretilere dayandığı görülüyor. Bununla birlikte İslam öncesi Türk inanışlarında birçok kötü ruh tasviri bulunmaktaydı. Tüm bu inanışların bugün cin figüründe canlandığını söylemek yanlış olmaz.
Örneğin Türkler albastı adı verilen, loğusalara dadanan bir varlığa inanırlardı. Bu inancın kökeni Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır. Bugün Anadolu’nun bazı yerlerinde albastı veya al karısı yerine cin tabiri kullanılmaktadır. Yeni evlenen veya doğum yapan kadınları cinlerden koruyabilmek için kurşun dökme, muska hazırlama gibi önlemler alındığı bilinmektedir.
Türkler, demirin koruyucu bir nesne olduğuna inanırlardı. Kurşun dökmenin onları kötü ruhlardan koruduklarına inanıyorlardı. Bugün cinlerden korunmak için kurşun dökme ritüellerinin uygulanması bu figürde eski Türk inanışlarının etkisinin olduğunu göstermektedir. Hatta bu ritüel gerçekleştirilirken belli bir ritimle bir şeyler söylemek de İslam öncesi Türk ritüellerinin kötü ruhlara karşı hâlâ etkili olduğunu kanıtlamaktadır.
Ancak bunlara rağmen figürün ağırlıklı olarak Arap mitolojisinden ve bunların ezoterik kaynaklar yoluyla yaygınlaşmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.



[1] Murat Bardakçı 2005 yılında Hürriyet’teki köşe yazısında bu kitaptan bahsetmişti. Amacı Osmanlı’daki havas ilmi konusunda bilgi vermekti, ancak kitapta insanları âşık etmek için çağrılabileceği söylenen Urumhamatahayil’den bahsedince yüzlerce kişinin kendisine daha fazla bilgi için mail attığından şikâyet etti. O dönemlerde mâlum cini çağırmak için mezarlıklardan toprak toplayanların olduğu biliniyor.
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2005/08/15/687174.asp

10 Mayıs 2015 Pazar

Nuh Tufanı Mitosu ve Kökenleri



            Tufan söylencelerinden bahsetmeden önce türeyiş kavramını ele almak gerekir. Türeyiş, belli bir kavmin veya genel olarak insan nüfusunun var olduğu zamanı değil, şans eseri veya tanrı(lar)ın isteğiyle kurtulan birkaç insanın insanlığı tekrar var etmesini ifade eder. Örneğin Türk söylencelerindeki Asena Destanı zannedildiği gibi bir yaratılış söylencesi değildir. Çünkü hikâyenin başlangıcından önce insanlar mevcuttur, hatta Asena ile çiftleşen kişi bir savaş sonucunda kollarını ve bacaklarını kaybetmiştir. Asena ile birlikte olarak sadece kendisinin kaldığı kavmi diriltmiştir. Tufan hikâyesini de bu bağlamda, bir yaratılış hikâyesi olarak değil insanlığın geçtiği önemli aşamalardan biri olarak okumak faydalı olacaktır.
Tanrı’nın insanların yaptıklarından memnun olmadığı için onları Tufan ile cezalandırdığını anlatan hikâyelere Eski Yunan söylencelerinden Hint destanlarına kadar rastlayabiliriz. Hatta Kızılderili mitoslarında da tufan ile ilgili hikâyeler mevcuttur. Ancak Ortadoğu havzasındaki Tufan hikâyelerinde bir benzerlik gözlemleyebiliriz. Bilhassa Sümer, Babil, Ugarit Tufan söylenceleriyle bugün Kuran’da yer alan ve kökeni Tevrat’a dayanan Nuh Tufanı hikâyesi arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır.

Tevrat’taki Hikâye: Tanrı’dan Gelen Felâket
            Bugün Nuh Tufanı olarak bildiğimiz hikâye Eski Ahit’te, Yaratılış kısmında yer 6. ve 10.bölümler arasında yer alıyor. Bununla birlikte Mezmurlar ve İşaya bölümlerinde de hikâyeye sık sık atıflar yapılmaktadır. Hikâyenin ana karakteri olan Nuh, iyiliği ve erdemliliğiyle Tanrı’nın lutfunu kazanan biridir. İnsanların yoldan çıktığı, günahkârlığın hiç olmadığı kadar arttığı bir zamanda yaşamaktadır ve bu zamanda erdemli kalabilmesi Yehova’nın gözüne girmesini sağlamıştır. İnsanlığı yarattığına pişman olmuşken ve bütün yaratılanları yok edecekken Nuh’un varlığı onu mutlu eder. Daha sonra Nuh’a insanlığı yok edeceğini söyleyerek kendisini, ailesini ve bazı hayvanları kurtarmak için bir gemi inşa etmesini söyler. Eşi, oğulları, gelini ile birlikte bineceği gemiye her cinsin soyunu devam ettirebilmek için bir dişi ve bir erkek hayvan alması emredilir.
Tanrı Dünya’ya kırk gün kırk gece şiddetli bir yağmur yağdıracak ve Nuh’un gemisi dışında kalan bütün yaratılmışları sular altında bırakarak helâk edecektir. Dünya elli gün sular altında kaldıktan sonra Yehova gönderdiği rüzgârlarla suların inmesini ve yeryüzünün tekrar ortaya çıkmasını sağlar. Yaşayan bütün canlılar, Nuh sayesinde tufandan kurtulanların soyundan gelmektedirler. Nuh ile tekrar konuşur ve gemiden çıkmalarını, dünyaya yerleşip üremelerini anlatır. Kuşlar, balıklar ve diğer hayvanlar insanların emrine verilmiştir. Tevrat’a, Kitabı Mukaddes’e ve en nihayetinde Kuran’a göre medeniyetin temeli bu tufandan sonra atılır.

            Nuh Tufanı hikâyesi büyük ölçüde Mezopotamya mitoslarından kaynaklanmaktadır. Ancak Orta Doğu havzasındaki tufan söylencelerinin birbirlerine benzediklerini de belirtmek gerekir. Sümer, Babil söylenceleriyle Eski Ahit arasındaki benzerlik dikkat çekiciyken, Eski Yunan mitoslarında da Zeus’un insanlara öfkelenip dünyayı sular altında bıraktığı bir hikâye mevcuttur.

Sümer Tufan Mitosu
            Ziggurat adı verilen Sümer tapınaklarının bugünkü ibadethane mimarisinde de etkisi bulunmaktadır. Zigguratlar çoğunlukla yükselti yerlere yapılırlardı. Genellikle zannedildiği gibi bunun tek sebebi tanrılara yakın olmak değildi. Kuleli yapılar olan zigguratlar, delta taşkınlarına ve olası bir sel baskınına karşı sığınak işlevi görüyorlardı. Bununla birlikte Sümer tufan efsanesinin de durumda etkisi olduğu söylenebilir, zira Sümer tanrısı da dünyayı insanlara öfkelenerek sular altında bırakmıştır ve bu öfkenin nüksetmeyeceğini kimse garanti edemez. Babil tufan mitosu da büyük ölçüde Sümerlerden kaynaklandığı için bu hikâyenin üzerinde durmak faydalı olacaktır.

            Sümer hikâyesinde Nuh’un yerini Kral Ziusudra almaktadır. Bu efsane Gılgamış Destanı’nda yer almaktadır. Ölümsüzlüğün sırrını arayan Gılgamış, bunun için ölümsüz olan Ziusudra’ya başvurur ve hikâyesini dinler. Ziusudra, Sippar kentinin kralıdır. Tanrıların emirlerini yerine getirmekten hiçbir zaman vazgeçmeyen, soylu bir adamdır. Tufan kararının sebebi bilinmese de, tanrıların insanlardan zaman zaman rahatsız olduğu söylencelerde yer almaktadır. Enki, diğer tanrıların insanlığı yok etme girişiminden hoşlanmaz ve bir şeyler yapma ihtiyacı hissederek tanrıların bu planını Ziusudra’ya anlatır. Tanrıların planlarını insanlara anlatmamaya dair yemin ettiği için, Ziusudra’ya bir tapınağın önünde beklemesini emreder ve içeriye girip kendi kendine konuşarak onun anlatılanları duymasını sağlar.
Ziusudra, Enki’nin kendisine gösterdiği yolla bir gemi inşa edecek, tıpkı Nuh hikâyesinde olduğu gibi hayvanları bu gemiye soylarını devam ettirebilecek bir şekilde dolduracaktır. Dünya 7 gün süren tufan ile sular altında kalır. Ziusudra’nın gemiye doldurduğu canlılar dışında bütün yaratılmışlar yok olur. Ziusudra ise bu olaydan sonra tanrılara kurbanlar sunarak önlerinde eğilir ve onlar tarafından ölümsüzlük ile ödüllendirilir.

Ortadoğu’daki Diğer Tufan Hikâyeleri
            Babil tufan hikâyesi, Sümer mitosunun biraz değiştirilmiş hâlidir. Tanrı Ea, Utnapiştim’e yaşayanların çoğunluğunu koyarak canlı soyunu devam ettirebileceği bir gemi yapmasını emreder. İnsanlık Enlil’in öfkesini çekmiş ve tanrılar dünyayı yok etmeye karar vermiştir. Bu tufan Sümer hikâyesinde olduğu gibi 7 gün sürer ve sadece Utnapiştim’in gemisindekiler hayatta kalarak yaşamı devam ettirirler.

            Yunan söylencesinde ise diğerlerinde olduğu gibi yoldan çıkmış bir ölümlüler ırkı söz konusudur. Ancak Zeus, her şeye rağmen iyi ve erdemli insanlara rastlayacağı ümidiyle ölümlülerin arasına girer ve insan kılığında dolaşmaya başlar. Gördüğü her şey onu dehşete düşürür. İnsanlar bencil, çıkarcı ve yoldan çıkmış varlıklar hâline gelmişlerdir. Ancak umudunu kaybetmez ve Arkadia kralı Lykaon’un sarayına yaklaşır. Zeus, kendisini saraydan kovmak isteyen Lykaon’a kim olduğunu söyler. Lykaon da gece yarısı sarayına gelen bu davetsiz misafirin gerçekten bir ölümsüz olup olmadığını anlamak için kendisini misafir eder ve bir ziyafet hazırlar.
Ancak Zeus, önüne gelen yemekten pek hazzetmeyecektir. Çünkü Arkadialıların insanları öldürüp yemek gibi bir adetleri vardır. Zeus’a ikram edilen tabakta ise bir adamın eli, ayağı ve ciğerleri yer almaktadır. Zeus, masayı devirerek oradan çıkar ve insanların bu küstahlığını onların üzerine denizleri taşıran rüzgârlar göndererek cezalandırır. İnsan ırkı Prometheus’un denizin altına inerek onları ortaya çıkarmasına kadar yok olacaktır.

Mitosun Kökenleri
            İstanbul Boğazı’nın bugünkü hâlini M.Ö.8000 ile 7000 arasında aldığı tahmin edilmektedir. Bu konuda başka teoriler mevcut olsa da, yaygın kanı bu yöndedir. Akdeniz’in suları Marmara’yı basınca, Marmara’nın suyu yükselerek İstanbul üzerinden Karadeniz’e akmaya başlamıştır. Başka bir kanı da Karadeniz’in eskiden bir göl olduğu ve buzulların erimesi sonucu yükselen suların İstanbul üzerinden buraya aktığı yönündedir. Her iki teorinin de doğru olabilmesi için bölgede ciddi bir felâket olması gerekir.

            Öncelikle Ağrı Dağı’nda Nuh’un gemisinin bulunduğuyla ilgili söylentilerin bilim dışı safsatalar olduğunu belirtmek gerek. Ancak bölgede efsanelerde anlatıldığı gibi olmasa da coğrafi bir afetin yaşandığını söylemek mümkün. Dr.Robert Ballard’ın araştırmaları, Karadeniz’in bir tufanla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Ballard’ın 2012 yılında ABC News’te yaptığı bir açıklamaya göre, Buzul Çağı’ndan kalan buzullar M.Ö.5600 yılında erimeye başlamış ve bütün dünyada sel baskınları yaşanmıştır. Bu baskınlar sonucu tatlı su ile dolu olan Karadeniz 300 gün boyunca Akdeniz’in yükselen suyuyla dolmuş, Avrupa ve Asya’da kitlesel hayvan göçleri görülmüştür.
Bazı yerleşim alanlarının da bu afetle birlikte sular altında kalmış olması mümkün. Mezopotamya mitlerinde, Eski Yunan söylencelerinde, İrlanda’dan Hindistan’a kadar yaygın bir havzada anlatılan tufan hikâyelerinin, buzulların erimesiyle yaşanan bu sel baskınlarından kaynaklanıyor olması yüksek bir ihtimaldir.
             
-------------------
*Jeoloji hâkim olduğum bir alan olmadığı için son bölümde bazı hatalar yapmış olabilirim.