16 Nisan 2015 Perşembe

Tanrıların Arabaları Yolda Kalırken

           

             Bilgiyi yorumlamak esasında onu edinmekten daha önemli bir meseledir. Bunun bütün bilimler ve disiplinler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bilgi ezber hâlini aldığında insanı akıl almaz bir cehaletin, bilim olarak lanse edilen popüler şarlatanlıkların pençesine sürükleyebilir. Özellikle tarih, mitoloji, ilkçağ bilimleri ve prehistorya gibi alanlar bilim şarlatanlarının hedefleri arasındadır. Çünkü bu alanlarda çözülmemiş birçok gizem mevcuttur. Söz konusu şarlatanların kutsal vazifesi ise bizler için büyük resmi tamamlamaktır. Bu astronomiden gündelik politikaya kadar uzanan dallı budaklı bir konu ancak bu yazıda işin mitoloji ile ilgili kısmından bahsetmeye çalışacağım.

            Ortaçağ’da demonoloji adı verilen bir bilim bulunmaktaydı. Bu bilim demon adı verilen doğaüstü yaratıkları ele alıyor, onların sebep olduğuna inanılan hastalıkları inceliyordu. Bunun sadece marjinal bir öğreti olmadığını, Ortaçağ Avrupası’nda birçok eğitim kurumunda ciddi bir disiplin olarak işlendiğini söyleyebiliriz. Demonların çeşitlerini ve onlarla iletişim kurmanın yöntemlerini ciddiyetle ele alan metinlere internet üzerinden dâhi ulaşmak mümkün.[1]
Bir demonoji uzmanına demonlar ile ilgili kanıtlar sorulsaydı, sara krizi geçiren bir hastanın histeri nöbetlerinden ve halüsinasyonlarından bahsederdi. Çünkü o zamanlar bu tür hastalıkların bilimsel açıklamaları mevcut değildi ve ancak doğaüstü güçlerden kaynaklanabileceklerine inanıyorlardı. Bugün dünyayı ziyaret edip bizler için piramitler inşa eden uzaylı dostlarımızdan bahseden kitapların neredeyse yarısının delillerle dolu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu deliller demonların musallat olmasıyla sara krizi geçirdiği düşünülen bir hastanın sanrılarından daha fazla bir şey ifade etmiyor.

            Erich von Daniken’in Tanrıların Arabaları kitabı uzaylılar ve mitolojik kahramanlar arasında garip bir bağlantı kuran metinlerin başında geliyor. Daniken bu kitabında Yunan tanrılarının aslında uzaydan gelen varlıklar olduklarını iddia ediyor. Bu iddiasını da ilkçağ döneminden kalma Yunan vazosunun tasviriyle Maya piramitlerinin duvarındaki bir figür arasında dâhiyane bir benzerlik kurarak yapıyor.
Bu teorilerin mitolojiyle ilgilenmeye başladığım lise yıllarında benim için oldukça cazip olduğunu itiraf etmeliyim. Çünkü birbirleriyle iletişim hâlinde olma imkânı olmayan farklı kültürlerin ritüellerinde benzerlikleri biliyor ve aralarında bir bağlantı kuramıyordum. Erich von Daniken ise bağlantıları benim yerime kurarak beni mitosu yaratan psikoloji üzerine uzun uzun düşürmekten kurtarıyor, parçaları oraya buraya dağılmış büyük resmi benim için bir araya getiriyordu. Zaman içinde bunların birer safsata olduğunun farkına vardım ancak bu yanlış okumanın ve modern batıla inanmanın bana özgü bir durum olduğunu söyleyemeyeceğim.

            Bu komplo teorilerin özellikle 1930lu yıllardan sonra yaygınlaştığını belirtmek gerekir. Isaac Asimov, Arthur C. Clarke gibi usta bilim-kurgu romancılarının yazdığı eserler ve bunun sinemaya yansıması insanların artık inancını yavaş yavaş kaybetmeye başladığı öteki dünyayı evrenin başka yerlerine taşıdı. Bu safsatalar sadece uzaylılar tarafından kaçırıldığını iddia eden birkaç kişiyle sınırlı kalmadı. Bugün neredeyse mitolojik tanrıların yerine konmuş bir uzaylı figürüne rastlayabiliriz. Daniken’in önemli liderlerden Hollywood ünlülerine kadar birçok kişinin uzaydan geldiğini iddia eden teorilerinin bu kadar yankı bulmuş olması ancak akla hayale sığmayan modern bir mitos ile açıklanabilir.
Birkaç basit veriyle yanlışlanabilecek bu teorilerin yayılmasının sebebi de kör bir inançtır. Örneğin amatör veya profesyonel olarak astronomiyle ilgilenen neredeyse hiç kimse UFO’lardan bahsetmezken, gök olayları hakkında bilgisi olmayan binlerce insan, gökyüzünde görülen bir ışığın UFO olduğuna inanmakta ve bunu neredeyse fanatikçe savunmaktadır.

            Bütün bilimler, diğer bilim ve disiplinlerle ilişki içindedir. Ancak insan bilgiyle ilişkisini kendisi belirler ve amaçladığı şeyi alır. Eğer mitolojinin sizi Wilbur Smith romanları gibi kurgulara götürmesini istiyorsanız, Zeus kültünün Mu Kıtası’ndan geldiğine inanabilir, hatta bilim şarlatanları tarafından sunulan komposto kıvamındaki bilgilerle bunu kendinize ispat edebilirsiniz.  Ancak bu çaba okuyucuyu sadece okyanusların ötesinde ne olduğunu bildiği için tanrılarını uzayda arayan afyonlanmış kitlelerin parçası hâline getirecektir.

             





[1] Flickr’daki Internet Archives hesabı Ortaçağ’dan kalma birçok kitaptaki resimleri bu mecraya yüklemiş, demonoloji kitaplarına da bu profilden ulaşılabiliyor. Tarihi kitaplar için iyi bir kaynak.

14 Nisan 2015 Salı

Toprağa Üflenen Ruh




            Çamurdan yaratılış mitosu, semavi dinlerden önce Sümerlerden Yunanlılara kadar bu birçok toplumun efsanelerinde geçen bir söylencedir. Semavi dinlerin yayıldıkları havzadaki birçok inanıştan etkilendiği hatta bazı hikâyelerin Tevrat, İncil ve Kuran’da aktarıldığı bilinmektedir ancak bu durumu tek başına semavi dinlerin kendilerinden önceki inançlardan alıntı yaptığıyla açıklamak mümkün değil.  Çünkü buna benzer hikâyeleri eski Asya mitlerinden Kızılderili inanışlarına kadar görmekteyiz.
Bu mitosu açıklamadan önce insanın yaratılış hikâyelerindeki yerini bilmek elzemdir. Kitabı Mukaddes’teki yaratılış hikâyesi Tanrı’nın evrende yalnız başına otururken bir değişikliğe karar verip ışık olsun [1]demesiyle başlar. Bu ışık esasında insanın ve göksel âlemin özüdür. İslam inancındaki “nur” da bunun gibi bir özdür. Tanrı, insanların bedenini çamurdan yoğurarak ruhlarını bu nurdan üfler ve onları ebedi yaşamlarını belirlemek için sınava tabii tutulacakları ölümlü dünyaya gönderir.
Hıristiyan teolojisi beden ve ruh arasındaki açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi Âdem fiziki dünyanın ilk insanıdır ve İsa aynı görevi Göksel Dünya için üstlenmektedir. Fiziki dünyada yer edinmek için bir anneden doğmuş olmak yeterlidir ancak Tanrı’nın Krallığı’nda –Yehova Şahitleri misyonerleriyle karşılaştıysanız böyle şeyler duymuşsunuzdur- var olabilmek için bu Krallığın ilk ferdi olan İsa’nın yolundan gitmek gerekir.
Kısacası insanı oluşturan ölümlü bir beden ve bu bedene zuhur eden ruhtur. Bu yazımda toprağın yoğrularak bedene dönüşmesini konu alacağım.


Sümer Mitlerinde Çamurdan Yaratılış
            Sümer inançlarına göre insanın yaratılışının sebebi tanrıların kendilerine tapınacak ve hizmet edecek varlıklara ihtiyaç duymalarıdır. Enki ve Enlil başta kendilerine ibadet etmeleri için tahıl tanrıçası Aşnan ile sığır tanrı Lahar’ı yaratmışlardır. Ancak bu tanrılar kendi aralarında bitmek bilmeyen bir kavgaya tutuşarak asıl vazifelerini unuturlar ve Enki bunun üzerine insanı yaratmaya karar verir. Bu görev ise Tanrıça Nammu ile doğum tanrısı Ninmah’a düşecektir. Ninmah ve Nammu, insanı yaratmak için malzeme olarak denizlerin altındaki balçığı kullanırlar. İnsan, şekil olarak tanrılara benzemektedir ancak onların sahip olduğu ölümsüzlüğe sahip değildir. Tanrılar, insanın yaratılışını kutlamak için içkili bir eğlence düzenlerler ve insan sahip olduğu kusurları tanrıların sarhoşluğuna borçludur.

            Birçok Sümerolog, semavi inanışlardaki temel konuların Sümer mitlerinden kaynaklandığını iddia etmektedir. Sümer yaratılış söylencesinin, İbranilerin Babil sürgününden sonra yayılmaya başladığı ve zamanla değişime uğrayarak Eski Ahit’te yer aldığı bu konuda en çok dile getirilen iddialardan biridir.


Topraktan Yaratılışın Yunan Mitolojisindeki Kökeni
            Öncelikle Yunan mitolojisinin temel kaynaklarının Homeros gibi Yunanlı yazarların metinleri olduğunu belirtmek gerekir. Bu kaynaklarda insanın yaratılışıyla ilgili pek fazla mevcut değil. Bunlar daha çok Olympos’taki tanrıların yaratılışını, yaşayışlarını ve kahramanların maceralarını ele almaktadır. Ancak Yunan söylencelerinde insanın yaratılışına dair birçok farklı söylence mevcuttur.

            Plâtoncu anlayışa göre insan toprağın yaratıcılığı sayesinde var olmuştur. Platon’un teorisinde topraktan doğmuş ve formunu kendi kendine dönüşümler geçirerek bulmuştur. Gegeneis adı verilen bu söylencede bir evrim söz konusu. İlk insanlar, topraktan çıkan meşe ve taş arası bir varlıktan doğmuşlar, çeşitli değişimler geçirerek bugünkü hâllerini almışlardır. Hesiodos ise eserlerinde insanın yine topraktan var olduğunu ancak formunu maharetli bir çömlek ustasının ellerinde bulduğunu anlatır. Bu inanışın Yunan söylencelerinde daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanları şekillendirmeyi akıl eden ilk çömlek ustası Hephaistos’tur ancak onun yerini zamanla Prometheus almıştır. Hatta Prometheus’un insanı çamurdan yoğurarak yaratması onun büyük bedeller ödemesine sebep olmuştur. Yarattığı bu kusurlu varlığı soğuklardan koruyabilmek için tanrıların ateşini çalan Prometheus, bu cüretinin bedelini ciğerlerini her gün kartalların kemireceği Kafkas Dağları’na zincirlenerek ödemiştir.

Diğer Toplumlardaki Hikâyeler
            Türk söylencelerinde de insanın topraktan yaratıldığını görmek mümkündür. Türkler, yeryüzü yaratılmadan önce her yerde sonsuz bucaksız bir okyanus olduğuna inanırlardı. Ancak insanın hammaddesi toprak olarak bilinmektedir. Kayra Han, emrindeki bir varlık olan Kişi’ye toprağın dibindeki balçığı çıkartmasını ve bunu şekillendirerek insanı yaratmasını emreder. Kişi, Kayra Han’dan toprak sakladığı için ilk günahı işleyecek ve insanların sınanmasının bir parçası olacaktır. Erlik Han, İslam öncesi Türk inanışlarında şeytan figürü olarak bilinmektedir ve bu Kişi’nin Kayra Han tarafından lanetlendikten sonra aldığı isimdir.
Eski İran söylencelerinde de insanların çamurdan yaratıldığıyla ilgili hikâyelere rastlamak mümkündür. Hatta Farsçada Kil-Şah diye bir kelime bulunmaktadır ve bu tabir “insan, yaratılmış” gibi anlamlara gelmektedir.

            Çamurdan yaratılış hikâyelerinde toprak ana figürünün önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü toprak her zaman anne ile özdeşleşmiştir ve toprağın üretkenliği ile bir annenin doğurganlığı arasında benzerlik kurulmuştur.[2] Kaldı ki gerek Türk gerekse Yunan söylencelerinde bu durumu açıkça görmek mümkün.

            Bununla birlikte toprak işçiliği de söylencelerde etkili olmuştur. Sümerlerin toprak işçiliğinde gelişmiş oldukları bilinmektedir. Hatta bugün onlardan kalan eşyaların ve tabletlerin birçoğu kilden elde edilmiş materyallerdir. Aynı durum Hititler gibi ilkçağ uygarlıklarında ve Yunanlılarda da geçerlidir. Öyle ki Yunanlılar insanın toprağı işleme zanaatını tanrılardan öğrendiklerine inanmışlardır. Toprağı ustaca işleyen bu uygarlıklar, insanın da böyle bir zanaat sonucunda ortaya çıktıklarına inanmışlardır. Semavi dinlerde kendine yer bulmasıyla bugün dâhi etkisini yitirmemiş olan topraktan yaratılış inancının birçok farklı kültürde benzer bir şekilde zuhur etmesini insanın toprağa yüklediği anlamlar ve ondan faydalanış biçimiyle açıklamak mümkün.




[1] Konuyla alâkası yok ama Latin dillerinde Tanrı Deus, Dieu gibi isimlerle anılır. Hintçede ise Diva demektir ve bu kelimelerin hepsi ışık kökünden gelir. Bunu başka bir yazıda ele alabilirim.
[2] Bu meseleyi daha önceki bir yazımda ele almıştım: http://gizemvesoylence.blogspot.com.tr/2015/03/yeryuzunun-comert-ruhu-toprak-ana.html


10 Nisan 2015 Cuma

İnsandan Önceki Tarihin Kökenleri




            Geçmiş, her zaman insanın kafasını kurcalayan bir mesele olmuştur. İnsan, kendi varlığını kavradığında kendinden öncesini bilmek, var oluşuna nelerin yol açtığına dair fikir sahibi olmak ister. Anne ve baba kavramlarını öğrenen bir çocuğun aklında beliren ilk soru ebeveynlerinin nereden geldiğidir. Bu soruya cevap aldığında ise zincirin nasıl başladığını, ilk hangi çiftin bir araya gelerek çocuk yapmayı akıl ettiğini ve bunların nasıl var olduğunu merak eder. İnsan doğasında mevcut olan bu merak yaratılış kavramının ortaya çıkmasındaki temel etkendir. Yaratılış hikâyelerine baktığımızda basit bir söylenceden ibaret olmadıklarını görebiliriz. Bu hikâyelerde yer alan her olay ötekiyle mantıklı bir ilişki içindedir. Çünkü dünyanın ve insanların mevcudiyetinin mantıklı bir sebebe dayanması gerekir.  
Bununla birlikte yaratılış hikâyelerinin sadece nasıl sorusunu yanıtlayan söylenceler olmadığını belirtmek gerekir. Bu söylenceler aynı zamanda tarihin parçası ve başlangıcıdır. Yani insanların geçmiş yaşantılarını konu alan kronolojiye dâhildir. Eski Yunan tarihçilerinden İslam tarihçisi Taberî’ye kadar birçok yazarın yaratılış hikâyeleriyle insanlık tarihini aynı eserde anlattıklarını ve bu ikisinin tarihte bir bütünlük oluşturduğunu görebiliriz.

Yaratılıştan Önceki Mevcudiyet

            Önce söz vardı… Bu ifade Kitab-ı Mukaddes’teki yaratılış hikâyesinde Tanrı’nın dünyayı ve evreni yaratmasından önceki zamanı ifade eder. Dünyanın, güneşin, yıldızların var olması için Tanrı’nın ol demesi yeterli olmuştur. Ancak bu basit bir abra kadabradan ibaret değil. Bu söylem, Tanrı’nın dünyayı hiç yoktan var ettiğini değil, dünyanın yaratılışına dair sahip olduğu kelâmı eyleme geçirmesini ifade ediyor.
Yaratılış hikâyelerini incelediğimizde dünyanın birdenbire var olmadığını görürüz. Dünyadan önce bir mevcudiyet bulunmaktadır. Bu sınırları belli olmayan bir okyanus veya bir bataklık olabilir ancak hiç değildir. Çünkü ilk varlığın nasıl oluştuğunu veya ilk mevcudiyetin hiçlikten nasıl var olduğunu açıklamak oldukça zor. Dünyanın veya tanrıların varlığından önceki zamanın eksi sonsuza uzanan bir hareketsizliğe, kaosa dayanmasının sebebi bu zorluktur. Bununla birlikte dünyanın yaratılışına dair bilginin ve potansiyelin varlıktan önce mevcut olması semavi dinlere özgü bir durum değil. Dünya, mevcut olan bir bilginin veya potansiyelin, tanrılar tarafından bilinçli ya da bilinçsiz olarak harekete geçmesiyle var olmuştur.
Çoktanrılı dinlerde de dünyadaki işleri idare eden tanrıların yaratılış hikâyeleri bulunmaktadır. Yani tanrıların yaratılışı bir anlamda dünyanın tarihine dâhildir. Evrende bu tanrıları var eden ve onlardan üstün mutlak bir güç –monoteist karakterde olmasa bile- bulunmaktadır. Bu birçok yerde evren-tanrı anlayışıyla tasavvur edilmiştir.[1] Örneğin Yunan mitolojisinde her şeyden önce Khaos bulunmaktadır. Dünyanın tarihi Khaos’un Gaia’yı var etmesiyle başlar. Khaos, bir tanrı figürü değil, her şeyin varlığından önceki mutlak varlığı ve belirsizliktir.

Yeryüzünün Yaratılışı

            Dağların, denizlerin ve toprağın oluşabilmesi için zaten mevcut olan bir potansiyelin harekete geçmesi gerekiyordu. Bilginin ve potansiyelin varlığa dönüşmesi bazı mitolojilerde bir tesadüfün sonucu olarak, bazılarında ise bir gücün isteği ve faaliyetiyle gerçekleşmektedir.
Dünyanın varlığına uzanan olaylar silsilesi genellikle ilk dişinin ve erkeğin yokluktan var olmasıyla başlar. Tanrılar ezelden beri var olmasalar bile, sadece tanrılar sonsuz mevcudiyetten kendilerini var edebilirler. Dünya ise tanrıların bilinçli ya da bilinçsiz faaliyetleriyle oluşur. Maori mitolojisinden Yunan söylencelerine kadar birçok söylencede dünyanın var oluşunda aile içi bir çatışmanın etkisi mevcuttur. İlk Tanrı ve Tanrıçadan doğan çocuklar denizleri, rüzgârları, ateşi kontrol etme gibi yeteneklere sahiplerdir ancak dünyanın var olabilmesi için ebeveynlerden birinin ya da her ikisinin ölmesi gerekir. Çünkü yeryüzü öldürülen tanrıçanın bedeninden var olacaktır.

Bunun en tipik örneği Babil mitolojisindeki Marduk ve Tiamat’ın savaşıdır. Ana tanrıça Tiamat, her şeyden önce mevcut olan bir sisten kocası Apsu ile birlikte kendi kendine var olmuştur. Tiamat, zamanla çocuklarının başına buyrukluğundan ve düşüncesizliğinden rahatsızlığını dile getirmeye başlar. Kardeşlerin bir kısmı annelerinin tavsiyesine uyarak diğerlerini uyaracak, diğerleri ise bunu kabullenmeyecektir. Bu durum aile içinde bir düşmanlığın başlamasına yol açar. Öyle ki bu düşmanlık Marduk’un Tiamat’ı öldürmesiyle sonuçlanacaktır.
Tiamat’ı ikiye ayıran Marduk, onun bir parçasıyla gökyüzünü diğer parçasıyla yeryüzünü yaratır. Bulutları onun tükürükleriyle doldurarak dünyadaki denizleri oluşturacak olan suyu var eder. Dağları onun kafasını şekillendirerek oluşturur, Fırat ve Dicle nehirlerinin onun gözlerinden akmasını sağlar. Kardeşlerini ise yeteneklerine göre dünyadaki rüzgârları, mevsimleri ve zamanı kontrol edebilmek için görevlendirir.

Afrika ve Amerika yaratılış hikâyelerinde tanrıların ezelden beri var olduğunu görmek mümkün. Örneğin Nijerya’da yaşayan Yoruba halkının söylencelerinde dünya aile içi bir tartışmanın sonucuyla oluşmuştur. Obalata ve Olorun, kız kardeşleri tanrıça Olokun’u sonsuz bir bataklık ve sise hükmetmenin anlamsız olduğuna ikna ederek dünyayı onunla birlikte yaratırlar. Algonkin Kızılderilileri ise dünyanın sonsuz bir okyanusun sularında gizli olduğuna, Tanrı Michabo’nun emrindeki bir misk faresinin onu saklandığı yerden çıkararak anakarayı ve adaları şekillendirmesiyle var olduğuna inanırlar. Bununla birlikte Okyanusya civarındaki halkların yaratılış hikâyelerinin Ortadoğu söylenceleriyle benzerlik gösterdiğini görebiliriz. Maori hikâyesinde de tıpkı Babil mitolojisi gibi aile içi bir kavga söz konusudur. Yeryüzü çocukların anne-babaya suikast düzenlemesiyle var olmuş ve kardeşler arasındaki iktidar savaşıyla bugünkü hâlini almıştır.

            Dünyanın var oluşundan önceki zamanın belirsizliği ve ilk varlık ile ilgili sorular bugün de dinlerin temel referansları arasında yer alır. Bilmediğini ve bilemeyeceğini reddedip bir açıklama bulmaya çalışmak insan doğasında var olan bir davranıştır. Yaratılış hikâyeleri kaynağını bu meraktan ve belirsizlikten almışlardır. Ancak inançların kurumsal hâle gelmesiyle tarih yazımının parçası hâline geldiklerini söylemek mümkündür.
           




[1] Panteist kelimesini özellikle kullanmadım çünkü bu hatalı bir tanım olur. Panteizm, evrendeki her varlığın tanrının parçası olduğunu iddia eden bir disiplindir. Panteist karakter taşıyan mitolojiler var ancak evrenin kendinden var etmesi her zaman bu anlamda olmayabilir. Çünkü yaratılan ile evren arasında kesin bir bütünlük ifade edilmemektedir.