19 Ocak 2016 Salı

Engizisyonun Doğum Sancıları



Kısa bir not: Bu yazıyı yazmamın sebebi barış bildirisine imza atan 1100 akademisyenin bir yandan devlet tarafından yaptırıma uğrarken diğer yandan toplumun önemli bir kısmının nefret objesi hâline gelmiş olmasıdır. Ülkenin yarısı "çocuklar ölmesin" diyen akademisyenlerin kanıyla duş alma fantezileri kurarken Ortaçağ karanlığının nasıl bir ortamda doğduğunu hatırlamakta fayda var.

Bruno neden Antik Yunan filozoflarının kendisinden yüzlerce yıl önce sezinlediği ve özgürce ifade ettiği bilgiyi savunmanın bedelini hayatıyla ödedi? Bu sorunun engizisyona ilham veren skolastik düşünceyi ve Ortaçağ Avrupa’sının ruhunu anlamak için önemli olduğunu düşünüyorum. Roma’nın çöküşü ile 1000 yılı arasındaki zaman ciddi bir kırılma noktasıydı. Bu yazıda karanlık çağların yükselişini söz konusu yılların panoraması üzerinden yorumlamaya çalışacağım.

400lü yıllara gelindiğinde görkemli Roma imparatorluğundan pek bir şey kalmamıştı. Gelişmiş Roma sanatının örnekleri olan heykeller barbar çocuklarının oyuncakları hâline gelmişti. Kentteki birçok kişi barbarlar gibi giyiniyor, eli iş tutan herkes barbarların tarafına geçiyordu. Roma, İsrail’den Britanya’ya kadar kurduğu egemenliğini çoktan kaybetmiş ve bir zamanlar köle yaptığı, barbar diyerek küçümsediği halklar imparatorluğun sonunu getirmişti. Gotların Büyük Teodorik adını verdikleri kralları Roma’nın hâkimi olmuş ve imparator Augustus’un adını alarak hükmetmeye başlamıştı. Roma’nın soyluları tek kelime yazmayı bilmeyen ve imza bile atamayan bu adamın emrindeydi ve bütün zamanları onu yüceltmekle geçiyordu.
Bu danışmanlardan biri, Vivarium Manastırı’nın kurucusu olan Kasiodor’du. Kasiodor, yıllarca Teodorik’e hizmet ettikten sonra, VI.yüzyılın ikinci yarısında Güney İtalya’da yaşam evi anlamına gelen Vivarium’u açtı. Kasiodor’un burayı açmasının sebebi Roma’nın mirasını yaşatabilmekti. Manastırda öğrenciler gramer, müzik, astronomi gibi birçok bilimi öğreniyor, eski Yunan ve Roma metinlerini okuyup yorumluyorlardı.
Kasiodor, 100 yaşında öldü ve o öldüğünde İtalya’nın her yerinde sayısız manastır açılmıştı. Ancak piskoposlar Vivarium manastırına pek iyi bir gözle bakmıyorlardı. Çünkü dünya ilimleriyle uğraşmak batıl olarak görülmekteydi. Laik denilebilecek bir eğitim metoduna sahip olan bu manastır 630lu yıllara kadar açık kaldı. Ancak rahipler Kasiodor’un uğraştığı işlere günah gözüyle bakıyorlardı ve Vivarium eğitim verdiği süre boyunca din adamlarının baskısı altındaydı.

Geç Antikçağ ile Ortaçağ arasındaki dönemde bilim ve felsefe tanımlarının değiştiğini görüyoruz. Vivarium Manastırı örneğinde olduğu gibi, dünyevi ilimler din adamları tarafından küçümseniyor ve bilim yalnızca ilahiyata hizmet etmesi gereken bir disiplin olarak tanımlanıyordu. İnsan aklının nihai amacı Tanrı’nın yaratılarına şükretmek ve ona hizmet etmek olabilirdi. Felsefe de farklı bir durumda sayılmazdı. Filozof unvanı Tanrı ve kilise yolunda şehit düşen kişilere, azizlere ve keşişlere veriliyordu. Akıl ancak nihai bir kabullenişten sonra işlev kazanabilir ve tek görevi bu kabullenişi temellendirmek olabilirdi.
Hristiyan din adamları bu dönemde aklı ve beşeri ilimleri açık açık küçümsemeye başlamışlardı. Augustinus’un İtiraflar eseri Ortaçağ düşüncesine yön veren metinler arasındadır. Bu metinde aklın ancak ruhaniyet ile bir bütün oluşturabileceği, dünyevi şeylere odaklanan aklın insanı yoldan çıkartacağı anlatılır. Tanrısal bilinçten münezzeh dünyevi akıl ve zevk insanı sapkınlaştırır. Öyle ki İtiraflar’da Augustinus’un müzikten zevk aldığı, ilahilerde sözleri unutup müziğin ritmine kapıldığı için tövbe ettiği bir bölüm de bulunuyor.
Aziz Kozma’nın “Bilgiden kibir doğar ve kibir günahtır” sözleri de kilisenin dünyevi bilgiye nasıl baktığını kanıtlar niteliktedir. Katolik düşüncesinin önemli isimlerinden biri olan Kozma, bildiklerini kendi aklıyla değil Tanrı’nın kitabı yoluyla öğrendiğini ve bilgi edinmek için tek geçerli metodun bu olduğunu söyler.

Bu düşünce tarzının yaptırımları da elbette gecikmedi. Vivarium Manastırı’nın açıldığı tarihlerde birçok Yunan filozofunun ve bilim insanının yetişmesini sağlayan Atina akademisi kapanıyordu. Doğru Roma İmparatoru Jüstinyanus, Atina Akademisi’ni kapattıktan sonra buradaki filozofları ülkeden sürdü. İskenderiyeli Hypatia’nın kaderiyse buradaki bilim insanlarından daha kötü olacaktı. Matematik ve astronomi gibi dünyevi bilimlerle uğraşmanın bedelini paramparça edilip öldürülerek ödedi.

Ortaçağ Avrupa felsefesinin böyle bir ortamda yükseldiğini söyleyebiliriz. Platon, Aristotales gibi eski Yunan düşünürlerinin eserleri hâlâ değer görse de, engizisyona ilham veren ve kilisenin bütün öğretilerini sorgulanmaz hâle getiren akla ve dünyevi bilgiye karşı duyulan bu küçümsemeydi. Doğruyu anlamanın yolu dünyayı araştırmaktan ve maddeyi incelemekten değil kutsala biat etmekten geçiyordu. Birtakım zümrelerin bu kutsalın anahtarını ele geçirmeleri de elbette kaçınılmazdı.


Sonuç olarak Eski Yunan filozoflarının eserlerinde dünyanın yuvarlak olduğundan bahsedilirken hatta paralel ve meridyen ölçüleri Plinius’un kitaplarında neredeyse hatasız bir şekilde tespit edilmişken yüzyıllar sonra bu bilginin tehlikeli hâle gelmesi ancak aklın küçümsenip biat ile sınırlandırılması ve koşulsuz bir itaate hizmete mahkûm kılınmasıyla mümkün olabilirdi. Kendi gözlerine ve duyularına kiliseden daha çok inanan herkesin büyük bedeller ödemek zorunda kaldığı “Ortaçağ karanlığı” böyle doğdu ve yükseldi.  

Kaynaklar:
M.İlin – E.Segal – İnsan Nasıl İnsan Oldu
Umberto Eco – Ortaçağ
Edvard Gibbon – Roma İmparatorluğunun Çöküşü ve Dağılışı

Görsel: Louis Figuler – Filozof Hypatia’nın Ölümü 

17 Ocak 2016 Pazar

Asparagas Tarih ve Kızılderililer


Kızılderililerin Türk olduğu sabah saatlerinde bir parodi haber sitesi tarafından ispatlandı. Kirpice’de yer alan ve çeşitli sitelerde yayınlanarak sosyal medyada dolaşıma giren habere göre ismi kendinden menkul Francis Smiley ve ekibinin yaptığı araştırmalar Kızılderililerin Türk olduğunu ortaya koydu. Smiley ve ekibinin üzerinde çalıştığı yazıtlarda “At, avrat, silah” anlamına gelen bir sözcük bulunuyor ve bu üçlemenin Kızılderililerin hayatlarında önemli bir yere sahip olduğu anlaşılıyor. Söz konusu bulgular ışığında Kızılderililerin Türk olmakla birlikte Cem Karaca hayranı olduklarını anlıyoruz.
Çerokilerden Azteklere kadar bütün Amerikan yerlilerinin Türk olduğu –Karayip yerlileri hariç, nedense onları hiç kimse sahiplenmiyor- belirli periyotlarla kesin olarak ispatlanıyor. Söz konusu parodinin ustaca hazırlandığını söylemek mümkün. Ancak Kızılderililerin Türk kökenleriyle ilgili söylentiler ne yazık ki bir parodi haber sitesinin asparagasından ibaret değil. Üstelik bu tez Türkiye’de en popüler tarihi çarpıtmalar arasında yer alıyor.

Amerikan Yerlilerinin Kökeni
Amerika kıtasındaki yerleşimlerin 40 000 yıl öncesine kadar dayandığı biliniyor. Bu konuda birçok teori mevcut, örneğin 20.yüzyılda bazı bilim insanları Kızılderililerin Okyanusya adalarından göç eden yerleşimcilerin torunları olduğunu düşünüyorlardı. Ancak Doğu ve Güneydoğu Asya kökenli insanların bir zamanlar Bering Denizi üzerinde bulunan ve Asya ile Amerika kıtalarını bağlayan kara parçası üzerinden göç etmiş olmaları en gerçekçi teori gibi görünüyor.
Amerika kıtasındaki tarih öncesi yaşamın birçok gizemli noktası bulunuyor. Kennewick insanı da bunlardan biri. 1996 yılında Columbia Nehri kıyısında bulunan Kennewick adamının kökeni hakkında birçok tartışma mevcut. Kendisinin beyaz ırktan olduğu ve buradaki yerli halklarla hiçbir bağlantısının olmadığı tahmin ediliyor. Dolayısıyla tarihöncesi Amerika’da Kızılderililerin ve Eskimoların ataları dışında toplulukların yaşamış olması da mümkün.
Ancak Kızılderililerin Türk olduğu miti Okyanusya’dan gelen yerleşimcilerin torunları olduğuyla ilgili teoriden daha eğreti duruyor.

Türkler ve Kızılderililer
Türklerin tarih sahnesine çıkışı Kızılderililerin atalarının Amerika’da varlık gösterdiği dönemlerden –doğal olarak- çok sonra olmuştur. Nitekim Türk adını kullanan ilk topluluğun Altaylarda yaşayan demirci bir halk olduğu biliniyor. Bununla birlikte Çin kayıtları göz önüne alındığında Türkçe konuşan en eski kavim Kırgızlardır. Arkeolojik bulgular da Çin kaynaklarını ve Arap tarihçi Gerdizi’nin söylediklerini doğruluyor. Bölgede Türkçe konuşan ancak köken olarak Hint-Avrupalı olan topluluklar mevcut. Japon, Aborjin ya da Afrikalı gibi bir Türk tipolojisinden bahsetmek oldukça zor.
Bugün Proto-Türk olarak anılan toplulukların belirgin antropolojik özelliklere sahip oldukları tahmin ediliyor. Ancak bu toplulukların tarihi, Kızılderililerin atalarının Amerika kıtasına yerleştiği dönemlerden sonraki zamanlara uzanıyor.
Kaldı ki, Asya’dan Amerika kıtasına yapıla göçlerin önemli bir kısmı Buzul Çağı’nda yapıldı ve bu dönemde “Türk” adı verilebilecek bir topluluktan veya herhangi başka bir ulustan bahsetmek mümkün değildi.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, Kızılderililerin bugün Beringia adı verilen kara parçası üzerinden geçen Asyalıların torunları olma ihtimalleri yüksek. Ancak kökenlerini Türkler, Moğollar veya herhangi başka bir ulusa dayandırmak gerçekdışı bir tez olur.

Türk Tarih Tezi ve Kızılderili Mitosu
Kızılderililer ve Türkler arasındaki ilişkiye dair tezler genellikle Güneş Dil Teorisi’ne ve cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılan Türk tarih tezlerine dayanır. Bu tezlerin genel amacı Avrupa merkezli tarih söylemlerini tersine çevirmek, Türklerin Avrosentrik tarih yazımında iddia edildiği gibi medeniyetsiz ve barbar bir topluluk olmadığını aksine insanlık tarihinin en kadim halklarından biri olduğunu ve birçok topluluğun Türk kökenli olduğunu ispat edebilmektir.
Kızılderililerin Türk kökenli olduklarına ilişkin tezlerin temel dayanağı Kızılderili dilleri ve Türkçe arasında bulunan bazı benzerliklerdir. Fransız dilbilimci Georges Dumezil de bazı yerli dilleriyle Türkçe arasında büyük benzerlikler olduğunu söyler. Ancak bu benzerlikler iki halk arasında ilişki kurmak için yeterli değil.

Dil meselesinden gitmek gerekirse “baba” kelimesi birçok dilde benzer bir yapıdadır. Baba, apa, pa, tad, ata, appa gibi birçok farklı dildeki benzer sözcük bu anlamı taşıyor. Bunun sebebi Endonezyalıların, Nijeryalıların ve Norveçlilerin akraba kavimler olmaları değil. Baba sözcüğü bütün dillerde bebeklerin babalarını gördüğünde çıkardıkları seslerden türemiştir. Aynı şekilde “Hey” gibi ünlemlerin de birçok toplulukta benzer seslere sahip olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bu tür kelime benzerliklerinden yola çıkarak herhangi iki halkı akraba ilan etmek hatalı bir yaklaşım olacaktır.

Din de Kızılderililer ve Türkler arasında kurulan bağlantıda önemli bir yer taşıyor. Kızılderililerin ve Türklerin geleneksel dinlerinin Şamanizm olması iki topluluk arasındaki bir akrabalık ilişkisine yorumlanıyor. Ancak Asya Şamanizmi’yle Kızılderili inanışları arasında ciddi farklar mevcut.[1] Doğayla iç içe yaşayan toplumların ritüellerinde benzerliklerin olması normaldir. Fakat ateşin etrafında davul çalarak dans etme gibi ritüellerden bir akrabalık bağı kurulacaksa, Afrika yerlilerinin Kızılderililerle ve onların da Druidlerle akraba topluluklar olduğunu öne sürmek gerekecektir.
Sonuç olarak, Kızılderililerin Türk asıllı olduğuyla ilgili tezler, Mayaların ve Sümerlerin aynı kültür havzasından geldiğini öne süren gerçekdışı ve bütün amacı ulus yaratımının meşruiyeti olan bir tarih yorumuna dayanıyor. Evrimsel süreç ve yaşam tarzlarındaki benzerlikler toplulukların dillerinde ve inanışlarında ortak ya da benzer özelliklerin görülmesine sebep olabilir. Ancak bunlar herhangi iki topluluğu akraba ilân etmek için yetersiz delillerdir. 




[1] Şamanizm tanımlamasının da ciddi bir literatür hatası olduğunu belirtmek gerekiyor. Şaman, doğrudan Tanrı’yla iletişim kuran bir konumda değildir ve ruhbanlık görevi yoktur. Şaman, şifacı, kâhin gibi özellikler taşır. Dolayısıyla herhangi bir toplumun Şamanizm dinine mensup olması düşünülemez. Böyle bir tanım yapınca Moğolların Haiti yerlileriyle aynı dinden olduğunu düşünmemiz gerekir.