![](http://motherboard-images.vice.com/content-images/article/no-id/1425854600763567.jpg?crop=1xw:0.5747126436781609xh;*,*&resize=1200:*&output-format=jpeg&output-quality=90)
Kısa bir not: Bu yazıyı yazmamın sebebi barış bildirisine imza atan 1100 akademisyenin bir yandan devlet tarafından yaptırıma uğrarken diğer yandan toplumun önemli bir kısmının nefret objesi hâline gelmiş olmasıdır. Ülkenin yarısı "çocuklar ölmesin" diyen akademisyenlerin kanıyla duş alma fantezileri kurarken Ortaçağ karanlığının nasıl bir ortamda doğduğunu hatırlamakta fayda var.
Bruno neden Antik Yunan filozoflarının kendisinden yüzlerce yıl önce sezinlediği ve özgürce ifade ettiği bilgiyi savunmanın bedelini hayatıyla ödedi? Bu sorunun engizisyona ilham veren skolastik düşünceyi ve Ortaçağ Avrupa’sının ruhunu anlamak için önemli olduğunu düşünüyorum. Roma’nın çöküşü ile 1000 yılı arasındaki zaman ciddi bir kırılma noktasıydı. Bu yazıda karanlık çağların yükselişini söz konusu yılların panoraması üzerinden yorumlamaya çalışacağım.
400lü yıllara gelindiğinde görkemli Roma
imparatorluğundan pek bir şey kalmamıştı. Gelişmiş Roma sanatının örnekleri
olan heykeller barbar çocuklarının oyuncakları hâline gelmişti. Kentteki birçok
kişi barbarlar gibi giyiniyor, eli iş tutan herkes barbarların tarafına
geçiyordu. Roma, İsrail’den Britanya’ya kadar kurduğu egemenliğini çoktan
kaybetmiş ve bir zamanlar köle yaptığı, barbar
diyerek küçümsediği halklar imparatorluğun sonunu getirmişti. Gotların Büyük Teodorik adını verdikleri kralları
Roma’nın hâkimi olmuş ve imparator Augustus’un adını alarak hükmetmeye
başlamıştı. Roma’nın soyluları tek kelime yazmayı bilmeyen ve imza bile
atamayan bu adamın emrindeydi ve bütün zamanları onu yüceltmekle geçiyordu.
Bu danışmanlardan biri, Vivarium Manastırı’nın kurucusu
olan Kasiodor’du. Kasiodor, yıllarca Teodorik’e hizmet ettikten sonra, VI.yüzyılın
ikinci yarısında Güney İtalya’da yaşam
evi anlamına gelen Vivarium’u açtı. Kasiodor’un burayı açmasının sebebi
Roma’nın mirasını yaşatabilmekti. Manastırda öğrenciler gramer, müzik, astronomi
gibi birçok bilimi öğreniyor, eski Yunan ve Roma metinlerini okuyup
yorumluyorlardı.
Kasiodor, 100 yaşında öldü ve o öldüğünde İtalya’nın her
yerinde sayısız manastır açılmıştı. Ancak piskoposlar Vivarium manastırına pek
iyi bir gözle bakmıyorlardı. Çünkü dünya ilimleriyle uğraşmak batıl olarak
görülmekteydi. Laik denilebilecek bir eğitim metoduna sahip olan bu manastır
630lu yıllara kadar açık kaldı. Ancak rahipler Kasiodor’un uğraştığı işlere
günah gözüyle bakıyorlardı ve Vivarium eğitim verdiği süre boyunca din
adamlarının baskısı altındaydı.
Geç Antikçağ ile Ortaçağ arasındaki dönemde bilim ve
felsefe tanımlarının değiştiğini görüyoruz. Vivarium Manastırı örneğinde olduğu
gibi, dünyevi ilimler din adamları tarafından küçümseniyor ve bilim yalnızca
ilahiyata hizmet etmesi gereken bir disiplin olarak tanımlanıyordu. İnsan
aklının nihai amacı Tanrı’nın yaratılarına şükretmek ve ona hizmet etmek
olabilirdi. Felsefe de farklı bir durumda sayılmazdı. Filozof unvanı Tanrı ve
kilise yolunda şehit düşen kişilere,
azizlere ve keşişlere veriliyordu. Akıl ancak nihai bir kabullenişten sonra
işlev kazanabilir ve tek görevi bu kabullenişi temellendirmek olabilirdi.
Hristiyan din adamları bu dönemde aklı ve beşeri ilimleri
açık açık küçümsemeye başlamışlardı. Augustinus’un İtiraflar eseri Ortaçağ düşüncesine yön veren metinler arasındadır.
Bu metinde aklın ancak ruhaniyet ile bir bütün oluşturabileceği, dünyevi
şeylere odaklanan aklın insanı yoldan çıkartacağı anlatılır. Tanrısal bilinçten
münezzeh dünyevi akıl ve zevk insanı sapkınlaştırır. Öyle ki İtiraflar’da
Augustinus’un müzikten zevk aldığı, ilahilerde sözleri unutup müziğin ritmine
kapıldığı için tövbe ettiği bir bölüm de bulunuyor.
Aziz Kozma’nın “Bilgiden
kibir doğar ve kibir günahtır” sözleri de kilisenin dünyevi bilgiye nasıl
baktığını kanıtlar niteliktedir. Katolik düşüncesinin önemli isimlerinden biri
olan Kozma, bildiklerini kendi aklıyla değil Tanrı’nın kitabı yoluyla
öğrendiğini ve bilgi edinmek için tek geçerli metodun bu olduğunu söyler.
Bu düşünce tarzının yaptırımları da elbette gecikmedi. Vivarium
Manastırı’nın açıldığı tarihlerde birçok Yunan filozofunun ve bilim insanının
yetişmesini sağlayan Atina akademisi kapanıyordu. Doğru Roma İmparatoru
Jüstinyanus, Atina Akademisi’ni kapattıktan sonra buradaki filozofları ülkeden
sürdü. İskenderiyeli Hypatia’nın kaderiyse buradaki bilim insanlarından daha
kötü olacaktı. Matematik ve astronomi gibi dünyevi bilimlerle uğraşmanın
bedelini paramparça edilip öldürülerek ödedi.
Ortaçağ Avrupa felsefesinin böyle bir ortamda
yükseldiğini söyleyebiliriz. Platon, Aristotales gibi eski Yunan düşünürlerinin
eserleri hâlâ değer görse de, engizisyona ilham veren ve kilisenin bütün
öğretilerini sorgulanmaz hâle getiren akla ve dünyevi bilgiye karşı duyulan bu
küçümsemeydi. Doğruyu anlamanın yolu dünyayı araştırmaktan ve maddeyi
incelemekten değil kutsala biat etmekten geçiyordu. Birtakım zümrelerin bu
kutsalın anahtarını ele geçirmeleri de elbette kaçınılmazdı.
Sonuç olarak Eski Yunan filozoflarının eserlerinde
dünyanın yuvarlak olduğundan bahsedilirken hatta paralel ve meridyen ölçüleri
Plinius’un kitaplarında neredeyse hatasız bir şekilde tespit edilmişken
yüzyıllar sonra bu bilginin tehlikeli hâle gelmesi ancak aklın küçümsenip biat
ile sınırlandırılması ve koşulsuz bir itaate hizmete mahkûm kılınmasıyla mümkün
olabilirdi. Kendi gözlerine ve duyularına kiliseden daha çok inanan herkesin
büyük bedeller ödemek zorunda kaldığı “Ortaçağ karanlığı” böyle doğdu ve
yükseldi.
Görsel:
Louis Figuler – Filozof Hypatia’nın Ölümü