25 Mart 2015 Çarşamba

Tabiatın Rahipleri Druidler


            Bugünkü Avrupa nüfusunun kökleri ağırlıklı olarak Romalılar zamanında barbar kavimler olarak adlandırılan halklara dayanır. Bir zamanlar Anadolu’da yaşadıklarına dair izler bulunan Keltler, Tuna kıyılarından İrlanda’ya kadar geniş bir bölgede varlık göstermekteydiler. Asteriks çizgi romanlarından bildiğimiz Galyalılar, bugünkü Fransa bölgesinde yaşamış bir Kelt halkıdır. Fransızca bir Latin dili olduğu hâlde telaffuzunun neredeyse tamamen Kelt diline dayandığını söylemek mümkündür.
Kelt paganizminin en önemli öğesi Druidizm’dir. Druidler, Kelt toplumlarında rahip ve ruhban sınıfını teşkil etmektedirler. Kelt toplumunda oldukça saygın bir yere sahip oldukları bilinmektedir. Ancak bu tiplemenin Hristiyanlıktaki veya Eski Mısır gibi yerleşik toplumlardaki din adamı tiplemesiyle pek benzeşmediğini belirtmek gerek.

            Kelimenin kökeni oldukça tartışmalıdır. Ancak tiplemeyi düşününce Druid’in görmek, bilgelik gibi anlamlara gelen “weid” kelimesinden türemiş olması en akla yatkın olasılıktır. Druid tiplemesini anlayabilmek için Kelt dininin natürist(doğacı) yapısını bilmek gerekir. Kelt inanışlarında yıldızların, ayın, güneşin ve doğadaki bazı bitkilerin kutsallığı bulunmaktadır. Bu etkileri bugün dâhi görmek mümkündür. Örneğin dört yapraklı yoncanın uğur getirmesi İrlanda kökenli bir efsanedir ve her ne kadar Aziz Patrick’e dayandırılsa da pagan dönemlerinden kalan bir efsane olma ihtimali yüksektir. Druid, doğanın güçleriyle insanlar arasında aracılık yapma görevine sahiptir. Bu yüzden doğayı tanıması, metamorfozun bilgisine sahip olması ve bitkileri insanlara şifa dağıtacak şekilde kullanabilmesi gerekliydi.
Doğa ruhları ile insanlar arasındaki aracılığı şaman tiplemesine benzer bir karakterdedir. Ancak birçok konuda bu tiplemeden kesin çizgilerle ayrılmaktadır. Öncelikle, şaman seçilmiş kişidir. Bir kişinin bu unvana sahip olabilmesi için şaman kanından gelmesi veya ruhlar tarafından seçilmiş olduğuna dair bazı alametler göstermesi –sara krizi veya şizofreni gibi- gerekir. Ancak Druid, seçilmiş değil bilge, filozof olarak tanımlanır. Druid’in bu unvana sahip olabilmek için doğanın bilgisine sahip olması, kendini eğitmesi ve bazı sınavlardan geçmesi gerekir. Kutsal korularda zaman geçirmesi gerekir ve bu süre boyunca mesajı aldığından emin olabilirse Druid olma şerefine erişir. Sezar, Galya seferini kaleme aldığı notlarda Druidlerin toplum içinde saygın bir yere sahip olduklarını, halkın onlara yüce birer filozof gibi davranıp gerek ruhani meselelerde gerekse gündelik işlerde bilgisine başvurduklarını anlatmıştır. Bunun doğru olduğu rahatlıkla söylenebilir, çünkü Druid’in sadece ruhlar âlemini değil, fani dünyayı da bilmesi ve insanları bilgilendirecek durumda olması gerekir.

            Kelt inanışlarında ekinoks döngülerinin ve mevsim geçişlerinin büyük bir önemi bulunmaktadır. Beltaine, Ostara gibi bahar ve yaz bayramlarının Kelt kökenli halklar tarafından hâlen kutlandığını görmek mümkündür. Hıristiyanlık öncesinde bu törenler Druidler önderliğinde yapılırdı. Her ekinoks döngüsünde Druid, Keltler için kutsal bir varlık olan meşe ağacına çıkar ve doğanın ruhları için gereken ritüeller gerçekleştirilirken halka öncülük ederdi. Druid öğretisine dair ciddi bir literatürün olmaması bu geleneğin sözlü olarak yayılmasından kaynaklanmaktadır. Kelt toplumu veya Druidler yazıdan habersiz değillerdi, hatta birçok arkeolojik çalışma Keltlerin şifreli bir hiyeroglif kullandıklarını ortaya koymaktadır. Ancak Druid öğretisinde bilgi sözle aktarılır, öğrenci ise dinleyerek ve yaşayarak öğrenirdi. Bu öğretide erkeğin bir üstünlüğü bulunmamaktaydı ve kadınlar da druid olabilmektelerdi. Kadın druidler ise druides olarak anılır. Avrupa’daki meşhur cadı avlarında yakılan, işkence edilen ve öldürülen kadınların önemli bir kısmının druides olduğu bilinmektedir. Doğanın bilgisine sahip olan bu kadınlar dogmatik öğretiler tarafından lanetlenmiş ve şeytanla ilişkilendirilmiştir.

            Kral Arthur’u tahta taşıyan büyücü Merlin’in de druid olduğuna dair bir söylence bulunmaktadır. Bu söylenceye göre Merlin, doğanın ruhlarından bir kuzgun yardımıyla mesaj almaktadır. Sahip olduğu yetenekleri ise Druid öğretisine borçludur. Boynundaki kolye bir druid olan üstadı tarafından hazırlanmıştır ve gücünün önemli bir kısmını ondan almaktadır.
Druid kültürünün etkisini uzun süre yitirmediğini, hatta bugün dâhi izler bıraktığını söylemek mümkün. Örneğin Katharlar, Albigenler gibi heretik Hristiyan topluluklarında kadın ve erkeğin din adamı olabildiğini, rahiplerin şifalı bitkilerin bilgisine sahip olduğunu görmek mümkündür. Bu durum genellikle din tarihçileri tarafından Manicilik gibi doğu inanışlarının etkisiyle yorumlanır. Bunu kanıtlar nitelikte birçok unsur bulunmaktadır ancak paganların bazı Hıristiyanlık mezhepleri içinde varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir.
            


21 Mart 2015 Cumartesi

Demircinin Örsünden Yeniden Doğuşa: Nevruz



                İlkbahar insanlarda her zaman iyi duygular uyandırmıştır. Toprağın rengârenk olduğu ve ağaçların meyveler verdiği bu mevsim hemen hemen bütün kültürlerde kutsanmış ve coşkulu ritüellerle karşılanmıştır. Çinlilerden Kuzey Amerika yerlilerine kadar birçok toplumda baharın coşkulu bir şekilde, büyük törenlerle kutlandığını görmek mümkündür. Özellikle Kelt-Germen Pagan geleneklerinde bahar bayramları büyük önem taşır. Kışın ilkbahara döndüğü Ostara ile baharın yaza döndüğü Beltaine bu coğrafyalarda hâlâ kutlanmaktadır. Hıdrellez Bayramı, bunlara yakın bir karakterdedir. Ancak Türkiye’nin de dâhil olduğu geniş bir coğrafyada kutlanan Nevruz, bu günlere göre daha farklı bir karaktere sahiptir.
                Nevruz, Balkanlar’dan Moğolistan’a kadar geniş bir coğrafyada kutlanmaktadır. Nevruz’u klasik bahar bayramlarından ayıran temel unsur, her toplumda bir hikâyeye dayanmasıdır. Ostara’nın sebebi Tanrıça Eoster’ın yeryüzündeki insanlara baharı bahşetmesidir. Genç tanrı büyümeye devam ederken gece ve gündüz eşitlenir. Bunun arkasında derin, ezoterik bir açıklama vardır, zira doğanın ve toprağın canlanışı yaşamın özünü simgelemektedir. Ancak Nevruz’un birçok kültürde doğrudan insanlık tarihinde yaşandığı rivayet edilen hikâyelere dayandığını belirtmek gerekir.

Kürt söylencelerinde Nevruz, Demirci Kawa efsanesine dayanır. Kawa’nın, çıbanlarının acısını dindirmek için oğullarının canına kıyan Dehak’a karşı ayaklanmasını hepimiz biliriz. Bu söylence Kürtlerde, İranlılarda ve geçmişinde Zerdüştlük bulunan birçok toplumda yaygındır. Dehak ile Kawa arasındaki bu savaşın dünyanın yaratılışına dayandığına inanılır. Bilindiği gibi Zerdüştlük inancında Hürmüz ve Ehrimen olmak üzere iki gücün çatışması ve uyumu vardır. Hürmüz iyiliği, Ehrimen ise kötülüğü simgeler. Ehrimen, içindeki bütün kötülüğü Kral Dehak’ın zihnine boşaltmıştır. Dehak, bu kötülükle zalim bir kral hâline gelir ve halklara eziyet çektirir. Ancak dengenin sağlanması için Dehak’ın yani kötülüğün yenilmesi gerekmektedir ve bu iş de 17 oğlunu Dehak’ın zalimliği yüzünden kaybetmiş olan Kawa’ya düşecektir.

                Türklerdeki Nevruz kutlamaları ise Ergenekon efsanesine dayanır. Bilindiği gibi bu hikâye de Türklerin yaşadıkları büyük bir savaştan sonra dağların arasındaki bir vadide sıkışmalarını ve Börteçine adlı bir demircinin, dağlardaki demiri işleyerek kavmi oradan kurtarmasını anlatır. Sıkıştıkları vadide üreyen ve artık buraya sığmayan kavme bir kurt(kimi söylencelerde geyik) yol gösterecek ve demir dağları bulmalarını sağlayacaktır. Ergenekon Destanı’nı ikinci bir türeyiş hikâyesi olarak görmek mümkündür. Türklerin, Moğolların ve Orta Asya havzasında yaşayan diğer halkların hikâyelerinde benzer unsurlar sık görülmektedir. Ergenekon Destanı aslında bir kavmin yeniden doğuş hikâyesidir. Büyük ihtimalle bahar aylarında doğanın yeniden doğuşuyla ilişkilendirilmiş ve ekinoks döngüsünde kutlanmaya başlanmıştır.

                Bu iki efsanede de demirci figürü dikkat çekmekte. Demirci Kawa zalim Dehak’a karşı isyan başlatırken, Börteçine kavmini yıllardır sıkıştıkları yerden kurtarıyor. Bunun bir tesadüf olduğunu zannetmiyorum. Zira Türk Şamanizmi’nde de, Zerdüştlükte de ateşin büyük bir önemi vardır. Demirciler, ateşle aşina oldukları için birçok toplumda kutsal sayılmışlardır. Bugün Sibirya’daki Şamanik Türk toplumlarında şamanla eşit tutulmaktadırlar. Zerdüştlük inancında da ateşin kutsallığı vardır. Kıyamet gününde dünyayı bir ateşin saracağına, bu ateşin iyi olanları ısıtıp Ehrimen’in yolundan gidenleri yakacağına inanılır. İki söylencede de demirci figürünün önemli bir yerde olması ateşin kutsallığı ile açıklanabilir.

Nevruz’un tarihinin 3000 yılı aştığı tahmin edilmektedir. Nevruz, Farsça kökenli bir kelimedir ancak bu bayramı kesin olarak bir ulusa addetmek ve bu şekilde bir “çıkış noktası” aramak gereksiz bir çabadır. Nevruz kutlamalarının ağırlıklı olarak yukarıdaki iki söylenceye dayandığını belirtmek gerekir. Gürcistan, İran, Hindistan, Keşmir, Bellucistan gibi geçmişinde Zerdüştlük olan bölgelerde Demirci Kawa efsanesine dayanmaktadır. Bununla birlikte Türkî coğrafyalarda ve Yunanistan, Makedonya gibi Türklerin yaşadığı Balkan bölgelerinde ise Ergenekon efsanesine dayanır. Balkanlarda Türkler dışındaki bazı toplulukların da Nevruz kutladıkları bilinmektedir.
Nevruz ateşi, insanoğlunun bahara karşı hissiyatı devam ettikçe yanmaya devam edecek… 

13 Mart 2015 Cuma

Hazine Sandığındaki Kalp ve Denizin Ruhu




                Deniz mitleri, başlı başına araştırılması gereken bir konudur. Şahsen deniz mitlerinin ayrı bir karaktere sahip olduğunu düşünüyorum. Denizcilik tarihi boyunca denizde ve meçhul kayalıklarda yaşayan yaratıklara, uçsuz bucaksız okyanuslarda dolaşan canavarlara inanılmıştır. Açlıkla ve çeşitli sıkıntılarla geçen uzun deniz yolculuklarında halüsinasyonlar görmek oldukça normaldir. Örneğin Siren efsanesinin denizcilerin kayalıkların üstünde dinlenen denizaslanlarını kadın olarak algılamalarından doğduğu söylenmektedir. Deniz mitleri her bakımdan klasik mitlerden farklı karakterler taşır. Bu yazımda bilindik denizci hikâyelerinden biri olan Uçan Hollandalı efsanesini ele alacağım.

                Uçan Hollandalı’yı Karayip Korsanları serisinden ve Wagner’in Der Fliegende Hollander operasından tanıyoruz.  Uçan Hollandalı kimi yerlerde Davy Jones adlı kaptanın yönettiği Hollanda bandıralı gemi olarak bilinmekteyken, bu ismin kaptanın lakabı olduğu da söylenmekte. Filmde Davy Jones’un kalbi bir sandıktaydı. Gemisi harap olmuş durumdaydı, denizde geçirdiği yıllar onu ve tayfasını üstlerinde solungaçlar ve yosunlar olan garip deniz yaratıkları hâline getirmişti. Ama Hollandalı’nın hayalet gemisi denizlerde dolaşıp dehşet saçmaya devam ediyordu. Karayip Korsanları’nın absürt ve gayriciddi bir yapım olduğunu söyleyebilirim ancak uzun yıllar boyunca dilden dile dolaşan Uçan Hollandalı efsanesinin de bu şekilde olduğunu belirtmek gerek.
Uçan Hollandalı efsanesinin gerçek bir kişilikten kaynaklanmış olması mümkün. O yıllarda Frederik Van Der Decken adlı Hollandalı bir denizcinin açık denizlerde seyirde olduğu ve gemisinin tayfasıyla birlikte kaybolduğu söylenmekte. Ancak mitosun konusu olan Davy Jones’un o olup olmadığına dair kesin bir bilgi mevcut değil.  

                Efsaneye göre Davy Jones, uzun zamandır seyir hâlinde olan gemisini Ümit Burnu’na yöneltir. Yemekleri tükenen ve oldukça yorulan tayfanın dinlenmeye ihtiyacı vardır ve en yakındaki yer Ümit Burnu’dur. Ancak ne kaptan ne de tayfadan herhangi biri etrafta dolaşmakta olan fırtına bulutlarını fark etmez. Gemi Ümit Burnu’na ilerledikçe fırtınadan ve bölgedeki sert akıntıdan dolayı zorlanmaktadır. Ancak Davy Jones tayfasına ne pahasına olursa olsun Ümit Burnu’na gideceklerini söyler ve bunu denerken gemi alabora olur.
Ancak kimi yerlerde Uçan Hollandalı’nın denizlerde seyretmeye devam ettiği anlatılmaktadır. Rivayete göre Davy Jones ve tayfası hâlâ okyanuslarda dolaşmakta ve Ümit Burnu’nu aramaktadır. Jones’un kalbi ise denizin dibindeki bir sandıktadır. Kaptan, hayatının bağlı olduğu bu hazineyi denizin dibine, kimsenin ulaşamayacağı bir yere gizlemiştir ve kalbinin güvende olduğunu düşünerek seyrine devam etmektedir. Bu efsane özellikle 1800lü yıllarda oldukça yaygınlaşmış, Washington Irving’den Charles Dickens’a kadar birçok yazarın eserinde yer almıştır. Ancak mitosun sadece edebi eserlere konu olmadığını söylemek zor değil.  19 yüzyıl boyunca ve 20.yüzyılın başlarında birçok denizci Uçan Hollandalı’yı gördüğünü seyir defterine kaydetmiştir. Hatta İngiliz kralı V.George, prenslik yıllarında tuttuğu günlükte Dalton gemisiyle seyahat ederken Avustralya yakınlarında Uçan Hollandalı’yı gördüğünü yazmıştır.
Davy Jones, denizcilik jargonunda da önemli bir yere sahiptir. Bu isim denizciler tarafından denizin ruhu olarak kullanılmıştır. Örneğin batan bir gemi için Davy Jones’un kalbine seyahat etti gibi tanımların kullanılması oldukça yaygındır.


                Hayalet gemi mitosu, denizcilik faaliyetlerinin önem kazandığı 17-18.yüzyıllarda oldukça yaygındı. Bu durumun denizde görülen optik illüzyonlardan denizcilerin bol miktarda tükettiği alkole kadar birçok açıklaması var. Bununla birlikte tanınan korsanlar, denizciler her zaman mitlerin konusu olmuştur. İngiliz Korsan William Kidd’in üzerinde bir lanet olduğu efsanesi bunun örneklerinden biridir. Ancak bunlardan hiçbirinin Davy Jones kadar büyük bir yer edinmediğini ve denizin ruhu olacak kadar etki etmediğini de söylemek gerek. 

9 Mart 2015 Pazartesi

Maymun-Ata Söylencesi ve Tibet Budizmi'ndeki İzleri



                Mitolojik söylencelerin en dindar toplumlarda dâhi yok olmadığını, bir şekilde değişerek, deforme olarak yer edinmeye devam ettiğini gözlemlemek zor değil. Kuşaktan kuşağa anlatılan hikâyeler gerek sosyal yaşantıda gerek inanç sisteminde meydana gelen değişiklikler sonucu değişim göstererek veya bir nevi sosyal evrim geçirerek varlıklarını sürdürürler. Ancak bazı toplumlarda bu etkilerin daha güçlü bir biçimde görüldüğü söylenebilir. Şöyle ki; eski kutsallar sadece şekil değiştirerek varlıklarını devam ettirirler. Bugün Tibet Budizmi’nde de eski Tibet ve Hint mitoslarının varlıklarını güçlü bir biçimde sürdürdüklerini görmek mümkün.

            Öncelikle Buda kavramını açıklamakta fayda var. Buda, doğrudan Siddharta Gauthama’yı işaret eden bir kavram olmadığı gibi bu kelime onun öğretisi yayılmadan önce de kullanılmaktaydı. Sanskritçe’de aydınlanmış anlamına gelir ve belli bir ruhani seviyeye ulaşan kişilerin Buda olduğuna inanılır. Siddharta Gauthama’da takipçileri tarafından bu isimle anılmış ve onun öğretileri çeşitli biçimlerde deforme olarak geniş bir havzaya yayılmıştır. Ancak bugün Tibet Budizmi’nde bulunan birçok unsurun Budizm öncesi inanışlardan özellikle türeyiş destanlarından geldiklerini söylemek mümkün. Öyle ki, Maymun-ata efsanesi bugün Tibet Budizmi’nde varlığını sembolik olarak da olsa sürdürmektedir.

            Bu hikâyeye göre, büyülü güçlere sahip bir maymun, en yüce Buda olan Avalokitesvara’nın huzuruna gidip upasaka –Sanskritçe’de hizmetçi anlamına gelir ancak dinde kutsal yol yolcusu, şakirt gibi anlamlarda kullanılır- olmak istediğini söyler. Avalokitesvara da maymuna Tibet’in kimsenin olmadığı yüksek dağlarına giderek inziva içinde tefekkür etmesini söyler. Bugün Buda öğretisinde de yer aldığı gibi bütün dünyevi zevklerden vazgeçmeli, kendi aydınlanmasını inziva içinde bulmalıdır. Maymun, buradaki inzivası boyunca mahrum kaldığı zevklerin özlemini çekmektedir. Özellikle cinsellik konusunda asla bastıramadığı tutkulu bir arzuya sahiptir. Brag-Srin-Mo adlı dişi bir şeytan, maymunun bu tutkusunu görerek onu kutsal yolundan ayırmak ister ve ona baştan çıkarıcı bir kadın suretinde görünür. Maymun, bütün tutkusuna rağmen şeytanın bu isteğine karşı direnmektedir. Onun yanında yatmasına izin verse de birlikte olmamak için büyük bir irade gösterir. Şeytan en sonunda eğer maymun kendisiyle evlenmezse bir erkek şeytanla evleneceğini, insan soyunu ve Tibet’teki bütün canlıları acılar çektirerek öldürecek bir soy yaratacağını söyleyerek Maymun’u kendisiyle sevişmeye zorlar. Maymun ise üstadı Avalokitesvara’ya giderek içinde bulunduğu ikilemi onunla paylaşır. Avalokitesvara ise ona Şeytan ile evlenmesini söyler. Maymun Şeytan ile evlenmeli, Tibet’te kalmalı ve nesillerin Buda öğretisiyle büyümesini, öğretinin nesilden nesile sürmesini sağlamalıdır.
           
            Maymun ile şeytanın birleşmesinden altı yumurta çıkar. Bu yumurtalardan çıkan canlılar yarı-insan yaratıklardır ve insan nesline kadar kırmızı yüzlü maymunlardan güçlü ve aptal canavarlara kadar birkaç nesil geçmesi gerekir. Bazı Çin kaynaklarında Tibetlilerin kırmızı yüzlü atalarına atıfta bulunarak yüzlerini kırmızıya boyadıkları –ki bu gelenek hâlâ bazı yörelerde devam eder- yazılmaktadır. Maymun-kral efsanesi Hint destanı Ramayana’da da yer almaktadır ve büyük ihtimalle kökeni buraya dayanır. Bununla birlikte Gautama’nın öğretisinde bir tanrı figürü olmadığı bilinmektedir ancak Tibet Budizmi’nin yaygın olduğu bazı bölgelerde bu maymun yaşlı-tanrı-ata olarak anılmıştır.
Ancak burada en önemli nokta Tibet Budizmi’nde dini lider konumunda olan Dalai-Lama makamının bu mitle ilişkili olmasıdır. Maymun yüce Buda olarak anılır, Avalokitesvara’nın Tibet’teki temsilcisidir ve onun buradaki sureti hâline gelir. VII.yüzyılda Tibet’in siyasi birliğini sağlayan hükümdar Srong-btsan Sgam-Po’nun da bu yüce Buda’nın reenkarnasyonu olduğuna inanılır. Dalai-Lamalar da bu reenkarnasyon zincirinin birer parçasıdır ve yüce Buda’nın ruhuna sahip olduğuna inanılan kişi Dalai-Lama olarak seçilir. Elbette bugün bu hikâyenin bir inandırıcılığı kalmamıştır ancak etkilerinin sembolik de olsa devam ettiğini gözlemlemek zor değil.


6 Mart 2015 Cuma

Yeryüzünün Cömert Ruhu: Toprak Ana





Toprağın üretkenliği tarih boyunca bir annenin doğurganlığıyla ilişkilendirilmiştir. Topraktan varoluş mitosu İslam da dâhil olmak üzere birçok inançta yer almaktadır. Ancak Toprak Ana kelimesinin dildeki varlığını toprağın insanın hammaddesi değil annesi olduğu zamanlara borçluyuz. İslam teolojisinde, Prometheus mitinde ve topraktan yaratılışı konu alan mitoslarda toprak insanın bedenini oluşturur ve insanın özü olan ruh bu bedene yerleştirilir. Ancak Toprak Ana/Tabiat Ana inancının bundan farklı olduğunu belirtmek gerekir. Bu inanca göre Toprak, sadece insan bedeninin yaratıcısı değil, onun annesidir ve tabiatın ruhudur.

Toprak Ana figürü Türk söylencelerinde oldukça önemli bir yere sahip. Bugün Anadolu'da hâlâ etkileri görülmekle birlikte Altay, Sibirya gibi bölgelerde hâlâ yaygın olarak inanılan bu figür yeryüzünün ve evrenin ruhu olarak kabul edilmektedir. Doğa sözcüğü “doğmak” kökeninden gelir ve bu kelime türeyişinin arkasında toprağa atfedilen anaçlık yatmaktadır. Evrenin üçüncü katında oturan Toprak Ana, güçlü ve sonsuz yaşam enerjisine sahip bir kadın olarak tasvir edilir. Yeryüzündeki yaşam ona muhtaçtır ancak onun muhtaç olduğu hiçbir şey yoktur ve zamanını sonsuz yaşam gücünü çocuklarıyla paylaşarak, onlara doymaları için tahıllar ve meyveler vererek geçirmektedir. Toprak Ana bazı bölgelerde Yer Ana olarak da anılmaktadır ve Nevruz kutlamalarında toprakta bir tünel kazılarak yeniden doğuş canlandırılır.
 Toprak Ana figürü bir bereket tanrısı veya ana tanrıça olmaktan çok toprağın ve evrenin özü olarak kabul edilmektedir. Kendisine kurbanlar sunulsa da bunların tanrıların gazabından korunmak için yapılan ritüeller olmadığını söylemek gerekir.

Yunan Mitolojisi'nde bu figür aynı zamanda ana tanrıça olarak yer edinmiştir. Gaia, var olan her şeyi kendi gövdesinden yaratmıştır. Gaia, Kaos adı verilen boşluktan kendi kendine türemiştir. Hesiodos, Tanrıların Doğuşu eserinde Gaia'nın evrende var olan her şeyin başlangıcı olduğunu söylemektedir. Pontos(Deniz), Uranos(Gökyüzü) ve Ourea(Dağlar) Gaia'nın kendi kendine doğurduğu ilk çocuklarıdır. Olympos'taki Yunan tanrılarının ataları olan Titanlar ise Gaia'nın Uranus ile birleşmesiyle doğacaklardır. Titanların egemenliği oğullarının ve kızlarının kendilerine başkaldırmalarıyla sona erse de Gaia her zaman doğanın ve hayvanların annesi olarak anılacaktır.
Gaia'nın Roma mitolojisindeki karşılığı Terra'dır ve bu kelime aynı zamanda Latince'de toprak anlamına gelmektedir.
Yunan ve Roma mitolojilerindeki yer-gök birleşimini bazı Türk inanışları da dâhil olmak üzere dünyanın birçok yerinde görmek mümkündür. Büyük ihtimâlle ekinlerin ve tohumların yağmurla beslenmesi, gökyüzünün yeryüzünü döllendirmesi olarak tasvir edilmiş ve gökyüzü burada eril bir karakter olarak konumlandırılmıştır.


Toprak Ana figürüne birçok mitolojide rastlamak mümkündür. Algonkin Kızılderililerinin inancında toprağın ruhu Nokomis olarak anılmaktadır ve büyük anne unvanına sahiptir. Bununla birlikte bereket tanrıçası Demeter'in de Gaia'nın bir yansıması olduğu söylenmektedir. Aşık Veysel'in toprağı cömert bir kadın gibi tasvir ettiği “Kara Toprak” eseri bir anlamda Toprak Ana inancının etkilerini sürdürdüğünün göstergesidir. 

4 Mart 2015 Çarşamba

J.R.R Tolkien ve Mitsel Yaratıcılığı Üzerine Birkaç Söz




Mitolojiyle yıllardır ilgilendiğim hâlde fantastik kurgunun benim için yeni bir ilgi alanı olduğunu söyleyebilirim. Kaydadeğer bir fantastik kurgu külliyatına sahip olmasam da Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi serisini ve Silmarillion'u okuma şansı buldum. J.R.R Tolkien, fantastik kurgu türünün yaratıcısı ya da öncüsü değildir. Ancak mitsel yaratıcılığı ve kurguladığı dünyayı en ince detaylarına kadar işlediği eserleriyle bu türün en önemli yazarlarından biri hâline gelmiştir.
Aslında bugün “yaratılış efsaneleri” konulu bir yazı kaleme almayı planlamıştım. Ancak yazdığı eserlerde kapsamlı bir mitoloji ortaya çıkarmayı başaran Tolkien üzerine bir yazı yazmak daha cazip geldi. Bu yazıda -belki biraz blogun teması dışına çıkarak- Tolkien'in kurguculuğunu incelemeye çalışacağım.

Hayatının büyük kısmını Oxford Üniversitesinde dil çalışmaları yaparak geçiren Tolkien'in dile yatkınlığı kolej yıllarından beri bilinmekteydi. Bu yıllarda büyük ihtimalle Kelt dillerinden esinlenerek kendine özgü bir lisan yaratma çabası içine girdi ve bu dil eserlerinde kullanacağı Elf Dili'nin kökenlerini oluşturdu. 1937'de yayınlanan Hobbit eseri bir eleştirmenler tarafından bir masal kitabı olarak kabul edildi ve Oxford'da İngilizce profesörü olan Tolkien'in bir masal kitabı yayınlaması kimi eleştirmenler tarafından ciddiyetsiz bir çaba olarak kabul edildi. Ancak Hobbit, tüm bu eleştirilere rağmen oldukça rağbet gören bir eser hâline geldi.
Hobbit, kurgusal olarak Yüzüklerin Efendisi serisinin başlangıç kitabıdır ve seride anlatılan olayların nasıl geliştiğini destansı bir dille anlatır.

Tolkien'in eserlerini anlayabilmek için İskandinav, Kelt ve Germen mitolojilerine hâkim olmak gerekir. Çünkü eserlerinde bu mitolojilerin büyük bir etkisi bulunmaktadır ve birçok kurgusal karakter halk söylencelerinde yer almaktadır. Yüzüklerin Efendisi aslında Tolkien'in tasavvurundaki bir dünyanın son kitabıdır. Tolkien, dünyanın yaratılışını Silmarillion eserinde ele almaktadır. Bu eser kendisinin ölümünden sonra onun yazdığı notlardan derlenerek oğlu Christopher tarafından yayınlanmıştır. Silmarillion, Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi'nin geçtiği dünyanın yaratılışını ve bu dünyanın ilk çağlarında yaşanan olayları anlatır.
Tolkien'in eserleri yüzlerce yıllık mitsel yaratıcılığı ciddi bir kurguyla harmanlayan eserlerdir. Fantastik kurgu yazınında ciddi bir iz bırakmıştır ve eserlerini yayınladığı yıllardan itibaren onu takip eden yazarların birçoğunun onun izinde yürüdüğü söylenebilir.

Özellikle Silmarillion'un mitolojik bir eser olduğunu söylemek zor değil. Kutsal kitap benzeri bir üslupla kaleme alınan eser, dünyanın ve ırkların yaratılışını epik bir dille anlatmaktadır. Orta Dünya'nın ve bu dünyadaki ırkların var oluşunu anlatan bu eser, yaratılış destanlarının üslubu ve kurgusuyla ele alınmıştır. Yüzüklerin Efendisi'nde farklı ırklar arasında savaşlar, çatışmalar olduğu görülmektedir ve bu dengelerin nasıl oluştuğu Silmarillion'da anlatılmaktadır.

Tolkien'in eserleri için dile getirilen “masalcılık” eleştirisi bir anlamda doğru bir yere temas etmiş olabilir. Eserlerde kullanılan üslup halk söylencelerini ve mitolojik hikayeleri andırır. Tolkien, folklorun ve dilin kökenlerinden inşa ettiği bir dünyanın masallarını, halk hikâyelerini anlattı ve sonsuza kadar anlatmaya devam edecek.